Tarih 21 Ekim 1957... Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Taksim`deki bir mitingde daha sonra ülke tarihine damga vuracak bir iddiada bulundu: “Türkiye 30 yıl içinde küçük bir Amerika olacak!”

Bayar`ın bu sözü ile neyi kastettiğini tam olarak bilemiyorum. Ama o sözün söylenmesinden 30 yıl değil de yaklaşık 60 yıl geçince Küçük Amerika belirtileri görülmeye başladı.

“Küçük Amerika” söylemi yerini “Büyük Türkiye” sloganına bırakmıştı; büyük Türkiye sloganı tabii ki kulağa hoş geliyor halka heyecan veriyor,  ama eylemler Küçük Amerika`yı çağrıştırıyor.

Türkiye birazcık palazlanmaya başlayınca Amerika gibi mi oluyor sorusu gün geçtikçe haklılık kazanıyor. Nasıl mı? Amerika`nın en belirgin vasfı, yumurtasını pişirmek için komşusunun evini yakmaktan çekinmemesidir. Bu zihniyetin insanlığın beynine kazıdığı sloganlardan bir de “devletlerin dostluğu olmaz menfaatleri olur” anlayışıdır. Oysa biz dostlarını menfaatlerine değil, menfaatlerini dostlarına feda eden bir medeniyetin çocukları değil miyiz? Feda edemeyeceğimiz tek şey Allah`ın (cc) rızası idi.

Herhangi bir coğrafyada “çıkarlarım varsa oraya müdahale etme hakkım var” anlayışı hakkı güce dayandırmak olup Aziz İslam dininin “HAK” anlayışı ile taban tabana zıttır. “Haklı isen güçlüsün” felsefesinin yerine “güçlü isen haklısın” felsefesi ile hareket etmek “Amerikanvari” yaklaşımdır.

Amerika askeri ve siyasi müdahalede bulunduğu ülkeler için çok masumane gerekçeler uydurmakta ve elindeki güçlü medya vasıtasıyla dünyayı buna inandırmakta mahirdir. Genellikle müdahale ettiği ülkeye demokrasi ve refah getirmek gerekçesi ile girer altını üstüne getirir, ülkeyi ateşe verir yumurtasını pişirir çıkar.

Türkiye`nin güçlü iktidar sayesinde ekonomik olarak nispeten büyüdüğünü dışa bağımlılığının göreceli olarak azaldığını biliyoruz. İçerde giderek istikrar kazanan kalkınma, sağlık, eğitim, bayındırlık ve sosyal politikalardaki başarı, maalesef dış politikadaki “Amerikanvari” siyasete kurban edilmektedir.

Türkiye`nin Amerika gibi gözüne kestirdiği zayıf ülkelerin zenginliklerine göz dikmesi ya da halkta böyle bir anlayışın doğmasına fırsat vermesi bu iktidara hiç yakışmamıştır.

“Musul`u Kerkük`ü alacağız petrol zengini olacağız” sloganları maalesef yazarçizerler tarafından da açıkça ve hayâsızca dile getirilmektedir.

Oysa biz zaten “Kerkük, Musul, Bağdat, Şam, Kahire, Isfahan, Tahran, Mekke ve Medine bizim; İstanbul, Ankara, İzmir de Arap, Kürt, Fars kardeşlerimizindir” diyorduk. Biz bir ümmet idik ve bu şehirler ile kardeşleri tüm zenginlikleriyle ümmete ait idi. Ümmetin tek derdi işgal altındaki Kudüs`ü esaretten kurtarmaktı.

Şimdi Erbil`i işgale yeltenen bir ülke olmak, Erbil`in de Kudüs`ün işgalcisi rejimi kendisini kurtarmaya çağıracak pozisyona düşürmek bu iktidara yakıştı mı?

Oysa işgalciye “oneminute” denildiğinde ne kadar heyecanlanmıştık, ne kadar sevinmiştik. İlk kez Ümmetçe sevinçten ağlıyorduk.

Kuşkusuz ümmetin dertleri ile dertlenecektik. Yanı başımızda bir diktatörün halkına cehennemi yaşatmasına ya da ümmeti zayıflatacak ise yeni parçalanmalara seyirci kalmamalıydık. Ama bunun yolu yöntemi asla “Amerikanvari” yaklaşımlarla askeri güç kullanma tehditleri ile olmamalıydı!..

Ümmetin kanını namusunu mukaddes kılmak, müdafaa ve muhafaza etmek yerine onu ucuzlatacak, heba edecek yaklaşımlardan uzak durmak gerekmiyor muydu?

“Oneminut” ile ümmetin gözbebeği olmuş iken isabetsiz politikalarla ümmetin gözünde “kılçık” olmaya gerek var mıydı?

Keşke yöneticilerimiz de bir büyüğümüzün şu duasına âmin diyebilselerdi:

“Ya rabbi, elimizi Müslümanların kanına, Müslümanların kanını da elimize bulaştırma”

Âmin.