Dersim katliamında görev almış yaşlı bir amcadan bizzat dinlediğim bir hikâye şöyledir: “Bir onbaşı ile Dersim`in bir köyüne gittik kaçak asker arıyorduk. Bir evde gelin kaynana ekmek yapıyorlardı. Erkeklerini sorduk nerde olduklarını bilmediklerini söylediler. Beşikte de küçük bir bebek vardı. Bize sıcak bazlama verdiler. Ekmeklerini yedikten sonra onbaşı bana kapı önündeki bağ çırpılarını (demet halinde) kapıya dayamamı ve ateşe vermemi istedi. Kabul etmeyince silahı bana doğrulttu. Dediğini yapmak zorunda kaldım. Gelin kaynana ve çocuğun içerisinde olduğu evi ateşe verdik. Hepsini diri diri yaktık” demişti.
Kürtler kendi aralarında ana dilleri ile konuşamıyor, devlet dairelerinde meramlarını anlatamadıkları için mağdur oluyor, kılık kıyafetleri yasaklanıyor. Puşuları başlarından alınmakla yetinilmiyor ayrıca para veya hapisle cezalandırılıyorlardı. Köye jandarma geldiğinde kadınlar “Kofi” denilen başlıklarını uyuşturucu saklar gibi saklamaya çalışırlardı. Bu zulümlere itiraz edenlere ağır hapis cezaları verilmekle yetinilmiyor, cezaevlerinde de hayvanca muamelelere maruz bırakılıyorlardı.
Bütün bu baskılardan maksat onları bu izzetli duruşlarından caydırmak idi. Şiddetin boyutu dayanılmaz hale getiriliyordu. Diyarbakır cezaevi koşulları ağırlaştıkça ağırlaşıyordu. İşte tam da böyle bir ortamda tıpkı Türkler ve Araplarda olduğu gibi sahte kurtuluş reçeteleri ve kurtarıcılar devreye sokuldu. Kurtuluşun yolu belli ve tek idi: İşbirlikçilik.
Musa Anter bu konuyu veciz bir biçimde şöyle ifade eder: Kendisine sen medrese tahsili yapmış bir Müslümansın, Nedir bu İslâm dininden alıp veremediğin?. Cevap olarak şöyle der: “Allah kitabında siz onların dinine girmedikçe onlar sizden razı olmazlar” demiyor mu? Bizim onların dostluk ve yardımlarına ihtiyacımız var. Onların rızasını almak için dinlerine girmek ve İslâm`dan uzaklaşmak zorundayız.”
Batı aradığı işbirlikçilerini bulmuştu. Kürtlerin içinden de kurtuluş reçetesi olarak milliyetçilik mikrobunu ilaç diye vücuduna almayı tercih edenler çıkmıştı. Bu oluşumun hızla beslenip büyütülmesi gerekiyordu. Fikir babalığını Mişel Eflak`ın yaptığı ulusalcı faşist Türkler, Kürtlere saldıracak, karşılığında ulusalcı faşist Kürtler savaşacak, dökülen kanlar vampir batıyı besleyecekti. Batılı silah tüccarları daha bir palazlanacaktı.
Batının bu yeni Kürt işbirlikçisi, İslâm`dan uzaklaşmak bir yana ona savaş açtıkça, iffetle namusla mücadele ettikçe hızla desteklenecek büyütülecekti. Apo`dan daha Apo`cu olduğunu ve eylemlerine destek verdiğini belirten Daniella Mitterrand`ın, ‘‘Bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan`ın ise kalbimde çok özel bir yeri var`` demesi anlamlıdır. Yine Alman Claudia Roth`un örgüte desteğini bilmeyen yoktur. Şu anda bu batı kuklası/maşası örgüt içerisinde her kademeden Yahudi, Hristiyan, dinsiz savaşçıların varlığı inkâr edilemez. Örgüt de minnet ve sadakat gösterisi olarak bazen eski kiliseleri onarıyor bazen de yenilerini hizmete sokuyor.
Gazeteci kılığında Diyarbakır`ı mekân edinen Batılı ajanlar içerisinde bazıları rollerini gizleme gereği bile duymuyorlardı. Bunlardan Hollandalı Frederike Geerdink yurt dışına çıkartılıncaya kadar 3 yıl süreyle Diyarbakır`da ikamet etmiştir. Bütün bölge illerini dolaşıyor, Kandil ve kampları ziyaret ediyordu. Bir yazısının başlığı aynen şöyle idi: “PKK`nın silah bırakması beni tedirgin eder” bu da silahın kim adına kullanıldığını göstermesi bakımından anlamlıdır. (Devam edecek)