Geçen sene eğitim yılı başlangıcında, bir öğrencimizin üniversite kayıt işlemleri için Kayseri'ye gitmiştik. Şehir: geniş, düzenli, pırıl pırıl, yemyeşil caddeleri ve devasa parklarıyla bizleri adeta büyülemişti.
1 milyonu aşkın nüfusun olduğu şehirde, trafik sorunsuz bir şekilde, su gibi akıyordu.
Öğrencimizin kaydının yapılacağı yurda erkeklerin girişi yasak olduğundan, arabayı yurdun karşısında bir gölgeliğe almaya niyetlendim. Yol kenarında gözüme takılan, yan tarafındaki sıvaları dökülmüş, güneş yanıklarından pas rengini almış, sekeratta son anlarını yaşayan hastalar gibi boynunu bükmüş, bir an önce yıkılıp bu ıstıraptan kurtulmak isteyen 4 katlı binayla aynı uzunlukta bulunan ağacın gölgeliğine park ettim.
Arabadan inip devasa uzayan ağaca baktığımda, üzerinin armut dolu olduğunu gördüm.
Ekildiğinden beri hiç el değmemiş, budaması yapılmamış, insanoğlunun keşfetmediği bir ormandaymış gibi, yalnızlığına ve sahipsizliğine isyan edercesine dallarını açıp, fütursuzca Semaya doğru uzuyordu.
Ağacın olduğu bahçenin yüksek duvarına yaklaşıp, avluya baktığımda bir kaç çocuğun çürümüş armut kalıntılarının arasında, babalarının geçimleri için, şehrin çöplüklerinden karton ve plastik toplarken buldukları kolu, bacağı kopuk bebeklerle, tekerleri kopmuş arabalarla oyun oynadıklarını gördüm. Kalabalık bir ailenin, elbiseleri eski ve kirli olan bu neşeli çocukların Arapça konuştuklarını görünce, Suriyeli olduklarını anladım.
Paletli bir ekskavatör darbesi ile yıkılacak unutulmuş eski bir binanın avlusunda, unutulmuş asırlık armut ağacının gölgesinde oynayan, ümmetin unutulmuş mülteci çocukları.
Arabada bulunan bisküvileri, çocuklara pay edip, sevinçlerine ortak oldum.
Yurttaki işlemler bittikten sonra, alışveriş yapmak için gelişte tabelalarını fark ettiğim, ön caddedeki Suriyeli esnaflara uğradım.
Cadde: Devlet hastanesinin tam karşısında, Suriyeli esnafların açtığı, manav, dönerci, bakkal, pastane, terzi, giyim dükkânlarıyla çok otantik bir görüntü oluşturup, adeta tarihi şehir Halep'i andırıyordu.
Bir kaç esnafa uğrayıp alışveriş yapınca, onların müşterilerine değer vermeleri, fiyatlarının uygun, saygılı, güler yüzlü ve naif olmaları, başarılı bir ticaret yürütmeleri, düzenli tezgâh kurmaları, çalışkanlıkları bende çok olumlu intiba bırakmasına rağmen, bu huzurlu tabloya içimizdeki Siyonistlerin aparatları olan: serseriler, ırkçılar, zibidiler ve ırz düşmanları izin vermez diye düşünüp, efkârlandım.
Gözümün önüne cadde boyunca yanan dükkânlar, annelerinin eteklerine cenin pozisyonu alıp sığınan çocuklar, koca koca adamların sessiz çığlıkları gelince irkilip kendime geldim.
'Allah'ım içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak etme. Ülkemize sığınan masum çocuklara, kadınlara, günahsız adamlara merhamet et, onları koru, zalimlere fırsat verme' diye sessizce dua ettim.
Bir insanın evini yakmak, yok etme arzusu, o kişiyi dövmek ve öldürmekten daha ağır bir saldırıdır. Evini yani tüm emeğini, hayatını, karısını, anne karnındaki cenini, evladını, nefesini, bulgurunu, tütününü, yastığını, sokakta kalsa üzerine alacağı yorganı, sereceği kilimi, sırtına geçireceği atleti, bacağını örteceği pantolonu yok ediyorsun. Kişinin şahsından çok daha büyük bir alana savaş açıyorsun.
Ülkedeki sosyal adaletsizliğin, fakirliğin, hayat pahalılığının, gelir eşitsizliğinin sebebi olarak gösterilen mültecilerin asıl sorun olmadığını, asıl sorunun toplumsal olarak bozulan fıtratımız olduğunu görmek için sadece insan olmak yeterlidir.
Bir insanın evini yakmaya yeltenenler akıl sağlıkları yerinde değilse, ruh ve sinir hastanesinin paslı ranzalarına kelepçelenmelidirler. Akıl sağlıkları yerinde ise toplumdan izole edilip, Bizans ve Osmanlı döneminin meşhur Yedikule zindanları gibi yerlere kapatılmalı, kâinattaki canlı, cansız tüm varlıkların selameti için asla günyüzü görmemelidirler.