1980'li yıllarda dolmuş yolculuğu yapanlar, burnu havada Magirus minibüslerini hatırlarlar. Kulakları sağır eden motor sesi, hiç bitmeyen sarsıntısı, ayakta yapılan yolculuğunuzu iki büklüm geçirmenize neden olacak şasesiyle ilk kez binecek yolcu için sahici bir travma sebebiydi. Yolcular için kâbus olan Magirus minibüsler, şoförler için ise birer efsaneydi. Ölümsüz motorları ve trafikte tüm araçlara yüksekten bakan şaseleriyle, saldırgan sürüş stili için tasarlanmış bir güç makinesiydiler. Magirus minibüsler bizim şehrimize, ölümcül İstanbul trafiğinden emekli olup, araç hurdalığına atıldıktan sonra getirildiler.
Makam durağında, daima en arka koltuğun pencere tarafına binip eve doğru yolculuğumu sürdürdüğüm bu minibüslerde, tam şelale yokuşuna geldiğimizde sol tarafta bulunan tarihi değirmenin yanındaki Horozcular kahvesinin önünden geçerken, iki horozun her zaman dövüştüğü, etrafındaki seyircilerin çılgınca tezahürat yaptığı sahneyi görünce, Magirus minibüslerini rakibine zıplayan Denizli horozuna benzetirdim.
Tüm minibüslerde o zamanlarda yeni çıkmış olan Aşık Mahsuni'nin 'Mamudo Kurban' kaseti çalıyordu.
Ankara'da dayın yoktur
Mamudo kurban niye doğdun?
Çocukluk aklı işte, bu sözlere bir türlü anlam veremiyordum. Doğmak için Ankara’da dayının olması ne alaka(!) diyordum.
Ankara'da dayısı olmayanların doğması suç muydu?
Benim de Ankara’da dayım yoktu ama bunu kendime sorun etmiyordum.
Başka bir günde de 'Manda söğüt dalına yuva yapmış ' türküsünü duyunca her iki türküyü yazanların da saçmaladığına kanaat getirip zihnimdeki soruları kendimce cevaplayıp, Mamudo defterini kapattım. Yaşımız ilerledikçe, aklımız az çok bazı şeyleri idrak etmeye başlayınca, bu basit ama etkileyici dizelerin ülkede milyonları ifade ettiğine şahit oldum.
Aşık Mahsuni türküsünde, Kurban gelince payı olmayanları, haftası ayı olmayanları, Ankara'da dayısı olmayanları... En dramatik vuruşu ise "ölsen mezar kovar seni" ve "keşke ölmeden ölseydin" der, üzer, düşündürür, sorgulatır.
Şu an dinlediğimizde, en çok da 1986'dan 2024'e hiç bir şeyin değişmediğine, değişmeyeceğini kabullendirip, bireysel umutsuzluğa iter.
Türküyü dinleyip, Franz Kafka'nın "Yaşam, daha başında kaybedilmiş bir savaştır" sözünü de duyunca, yaşam yolculuğunuzda dizlerinizin bağı çözülür.
Ama İslam asla yenilgiyi, umutsuzluğu, adaletsizliği kabul etmeyip, direnmeyi emreder.
Haksızlığa karşı mücadeleyi ibadet olarak görür.
Nepotizm yani akraba kayırmacılığı bu ülkenin geçmişten gelen, korkarım geleceğe de uzanacak olan en büyük sorunudur.
Her cuma hutbesinden sonra, önce Arapçasının sonra da Türkçesinin okunduğu, insanda derin izler bırakan Nahl suresi 90. ayette Rabbimiz şöyle buyurur: “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”
Rabbimiz, akrabana devlet malından değil, kendi şahsi servetinden verip onları gözetle diye emrederken, Ülkedeki torpili, adam kayırmacılığını, haksızlığı ayetteki tanımı tevil edip, kılıf bulmaya çalışan siyasetçileri duyunca da pes doğrusu diyorum.
Nahl suresi 58’de Rabbimiz emanetleri ehline vermemizi emreder.
Efendimiz de "Emanet ehline verilmediği zaman kıyameti bekleyin" der.
Ülkemizde yazılı olmayan bu anayasa kuralından (nepotizm)kurtulmak dileğiyle. Vesselam.