Şehrin en merkezi yerinde, müteahhitlerin ve doymak bilmeyen siyasetçilerin hışmına uğramamış, kuşların cıvıl cıvıl özgürce ötüp raks ettiği, içinde 'vazgeçilmeyen insanların da bulunduğu' oyun bittiğinde, şah da, piyon da aynı kutuya girer, sözüyle anlatılan mekândayız.
Eski zamanlarda buranın yakınlarından geçildiğinde, Fatihaların okunup müziğin kısıldığı, korku, hüzün ve huzur gibi pek çok duyguyu hissedip darmadağın bir şekilde çıkmak zorunda kaldığınız, bir gün sizin de misafir olarak değil de ev sahibi olarak geleceğiniz yerdeyiz.
Eski çamlar bardak olmuş misali, köprünün altından çok sular akmış, çok şeyler değişmiş.
İçerideki morgda, yıllarca kanserle boğuşan, 36 yaşlarında gencecik bir adam, toprağın rahmine konulmayı bekliyor. Kenarda yıkılmış, hıçkırarak ağlayan, üzerlerine dağlar kadar keder yüklenen, zaman geçtikçe dahi acılarının hafiflemeyeceğinin farkında olan 8 ya da 9 yaşlarında iki kız çocuğu. Yanı başlarında da şimdiden yaşayan ölüye dönmüş, boşluğa bakan, boşluğunda kendisine baktığı genç bir anne.
Az ötede tarifi yapılamayacak bir acıya bürünüp, gözlerini yere dikmiş iki büklüm olmuş, ihtiyar baba. Gönül ister ki, evlatlar babaları gömsün; ama gönlün istemesiyle olmuyor bu işler. Annesi babası ölene “Yetim” denir, evladı ölen anne ve babaya ne denir, diye zihnimi kurcalıyorum, bir türlü cevabını bulamıyorum.
Saatler geçiyor, otura otura yoruluyoruz, kahkaha atarak “mevtanın hücreleri de ölmeye başlamıştır” diyor birisi.
Sohbetler koyulaşıyor, sigara dumanları bulut tabakası oluşturuyor üzerimizde. Yeni alınan arabalar, iş yerleri, siyaset konuşuluyor.
Önümüzde bulunan çelengi değiştiriyor belediye işçileri. Mührün sahibi değişmiş, yeni Süleyman'ın adının bulunduğu, baş sağlığı dilekleri bulunan çelengi büyük bir hürmet ve saygıyla yerleştirip, eski Süleyman'ın adının olduğu çelengi bir hurda parçası gibi, beyaz transitin kasasına fırlatıyorlar.
Öğlen ezanı okunuyor yanı başımızdaki camiden.
Kalkıp namaz kılmak için camiye yöneliyoruz.
Mevtanın tüm yakınları burada, gömülmesi için saatlerdir İstanbul'dan gelecek birisini bekliyoruz.
Vakit artık ikindiye yaklaşıyor.
10 dakikada bir 'Selhattin Abey Bolu’da, Selhattin Abey Gebze’de, Selhattin Abey Ankara’da' uğultuları yükseliyor.
Kimmiş bu meşhur Selhattin diyorum, Şafi fıkhını bile yıkıp geçen, büyük adam.
Saatler geçiyor, karnımız açlıktan Etiyopya dansı yapıyor.
“Bu kadar zamandır seni bekliyoruz, bari ekmek arası bir helva dağıttıraydın Selhattin Abey” diyorum sessizce.
Kalabalıktan bir uğultu yükseliyor, hepsi heyecanla ayağa kalkıp birbirlerine Selhattin Abey otobandan çıkmış geliyor diye müjdeli haberi veriyorlar.
Kalabalık mezarlık kapısına doğru yöneliyor. Anne, kızlar ve büyük baba yapayalnız acılarıyla baş başa bırakılıyorlar.
Çok zaman geçmeden mezarlık kapısından içeriye siyah bir Mercedes giriş yapıyor. Kalabalık koşarcasına kapıyı açma yarışına giriyor. İki metre boylarında upuzun, karizmatik biri olarak hayal ettiğim Selhattin Abey beni hayal kırıklığına uğratıyor. Arabadan 1.40 boylarında, terazide ibrenin 50'yi geçemeyeceği, kel kafalı, upuzun burunlu, gözlerinde kocaman bir güneş gözlüğü, sarı gömleğinin üzerinde, mavi kravat bulunan, takım elbisesinin altında koyu kahve mekap ayakkabı giymiş bir adam iniyor. Kalabalık sıraya girip, Selhattin Abeyin elini öpüp, “hoş geldin abemiz” diyerek taziye veriyor.
Nihayet Selhattin Abeyin gelmesiyle, mevtanın ve benim bekleme ıstırabım bitiyor.
Cenaze musalla taşına konuluyor. Selhattin ve Selhattin sevenler cenaze namazı kılmayıp, kenarda bekliyor.
Cenaze defninden sonra, paraya ve güce değer veren cemaat kenarda acı içinde bekleyen baba yerine, teselli ve taziyeyi zengin amcaoğlu Selhattine veriyor.
Mayamız!
Ebubekir Atasoy