İki gündür aniden gelen “saç kurutma makinesinin en sıcak derecede” üfürdüğü sıcak havanın işkencesinde yaşıyor gibiyiz.
Sıcaklardan dolayı beyinlerimizin sulanması ve buharlaşmasından mıdır bilemiyorum, herkes bir garip, asabiyet tavan yapmış, söylenilen ve söylenen hiçbir şey anlaşılmıyor.
Kaldırımda yürüyen 50'li yaşlarda, askılı tişört giymiş, top sakallı bir ağabey, bize dönüp selam veriyor. “Bir şey sorabilir miyim izninizle?” deyince, “Buyur ağabey mikrofon sende, sorunu bekliyoruz” diyorum:
-Kaç gündür kafam bir şeylerle meşgul. Beynime felsefe jimnastiği yaptırıyorum. Tanrı’nın bu dünyada bize verdiği süreyi tamamladık. Kimimiz cennete, kimimiz cehenneme gitti. Peki, çok sonraları ne olacak? Tanrı, yeter bu kadar cennette veya cehennemde kaldığınız süre, toz olun kaybolun mu der, ya da bizi yeniden böyle bir âleme mi gönderir.
-Ağabey dedim hava çok sıcak, sen bir eve git, soğuk suyun altına gir, hararetini gider. Akşam serinliğinde gel, senle felsefe konuşuruz.
Bizim buraların sıcağı böyledir, çok dışarıda gezdin mi, ya devrelerin yanar ya da beyin trafon patlar; filozof olup çıkarsın.
Ben de, bir arkadaşımla şu meşhur, daha önceki yazılarımda sizle tanıştırdığım, Atatürk ağacımın gölgesine kendimizi bırakmış, sırtımızdan ter damlacıklarının, nazik ve naif bir şekilde süzülmeleri eşliğinde çaylarımızı yudumluyoruz.
Geçen yaz, her hafta kutsal ritüellerini yapmaya gelip, ağacımızı büyük bir huşu içinde sulayan, fötr şapkalı ihtiyar sizlere ömür. Bu yaz, gönüllü fötr şapkalı bir “Atatürk ağacı bakıcısı” çıkmasa, ağacımız kesin kurur. Ağacın hakkını yemeyelim, rengârenk çok güzel çiçekler de açıyor.
Benden yaşça büyük olan, 30 sene önce İmam Hatip Lisesinde okurken, somun ekmek arası lahmacunu paylaştığımız günden beri devam eden irtibatımızı kesmediğimiz arkadaşımla muhabbet ederken, ortaokulda derslerimize giren meslek dersleri hocamızın bahsi geçti.
Arkadaşım bu hocanın ismini duyunca, rengi soldu, elindeki çayı bıraktı, ses tonu değişti.
-Biliyor musun, aradan 30 yıl geçti, hâlâ O'nun masum yüzüme attığı tokatların kâbusuyla uyanıyorum. Sınıfta hapşırmandan, Fatiha suresinde yersiz uzatmandan, din dersinde imanın şartlarını yanlış söylemenden, bağlı olduğu derneğe gitmediğinden attığı dayakların ruhumda bıraktığı tahribatlardan dolayı, çocuklarımı ne Kur’an kursuna ne de dini bir kuruma gönderemedim. Bugüne dek görüştüğüm onlarca arkadaşımın da aynı tutumda olduklarına şahitlik ediyorum.
Söylediklerinde eksik vardı, fazlalık yoktu. Allah ve inançları, Kur’an dersi hocasının zulümleri yüzünden tahribata uğrayan, sözde Allah rızası için şiddet gören çocuklar bunlar.
Din eğitimi hassas bir konudur. Çünkü çocuklar hassastır. Aslında çocukların olduğu her eğitim hassastır.
Ülkemizde sınıf öğretmenliği okuyan bir öğrenci onlarca dersin eğitimini alıyor. Bunların içerisinde Eğitim Psikolojisi denilen çok önemli bir ders de bulunur.
Din eğitimi veren tüm eğitmenler, çocuk psikolojisini iyi öğrenmeli, sıkı eğitimden geçirilmelidirler.
Çocuğa şiddet, çocukta onarılmaz yaralar açacak, ömrü boyunca belki de Kur’an'a ve dine mesafeli olmasına neden olacak, çok hazin ve nefret uyandıran bir hadise olarak zihinlerde kalacaktır.
Çocukla ilgilenen her bireyin bunu bilerek yaklaşması gerekir. O nedenle dini eğitim, çocuklara verilmek istenen diğer eğitimler gibi öncelikle evde; sonra gerekecekse bundan anlayan uzman ve çocukların seveceği kişilerce verilmelidir.
Çocuklarla düzgün anlaşamayan, nefret dolu adamlar bu işten uzak tutulmalıdır ki; çocuklarımız onlarca yıl sonra anlatabilecekleri güzel hatıralar ve hikâyeler biriktirsin.