Yan yana, üst üste, kibrit kutusu gibi sıra sıra dizilmiş, market raflarını andıran, sözde çağdaş yaşam alanlarında sıkıştırılan, esir tutulan ruhlar. Arada dar ve sıkışık küçücük bir alana yan yana ekili üç beş ağaç. Yaşam ve barınma alanları gasp edilmiş binlerce kuş, bu ağaçlara yuva yapmak zorunda kalmış.
Balkonları cıvıl cıvıl cıvıldayan kuşlara ev sahipliği yapan ağaçlara bakan bu sitenin adı da; Orman evleri konulmuş.
Antalya'dan Kahramanmaraş'a kadar uzayan upuzun Toros dağlarının yamaçlarına ve köylerinin ucu bucağı olmayan meralarına sığmayan bu insanlar gelip bu raf evlere sıkışmışlar.
Kiminin ki gençliğin verdiği bir heves, kimininki de hayat şartlarının mecburiyeti olsa da, burada yaşayan tüm sakinlerin, acı ve pişmanlık kokan bir hikâyesi vardır.
Sağdaki üçüncü rafın balkonunda seksen yaşlarında bir teyze, ön kamerası açık android telefona el sallıyor. Bir üst rafın balkonundaki beyefendi, ormana dönmüş, sigarasından derin bir nefes çekiyor.
Bu yaşam alanındaki tüm kirli havayı temizleyen, yeteri kadar oksijeni üretmek için ek mesai yapmak zorunda olan ağaçların altındaki banklarda, bir kaç çocuk ellerinde telefonlarıyla sanal bir oyunun içinde, sıkı bir yarış içindeler.
Arabamın yanındaki boş park yerine, 1960 model kendisine özgü motor sesiyle kulakları, görüntüsü ve eşsiz tasarımıyla gözleri mest eden, arka camında Latince harflerle 'O bir şehzade' kabartması bulunan Cadillac marka, lastikleri geniş, deniz mavisi bir araba yanaşıyor.
Dedelerinin 150 yıl önceki ihtişamlı saray hayatından kendisini kurtaramayan, uzun yakalı gömleği, paçaları geniş antika takım elbisesi, kalbinin üzerine koyduğu Osmanlı tuğralı madalya büyüklüğünde rozetiyle, şehzademiz, kılıç kuşanmış bir padişah gibi, tebaalarına bakarcasına arabadan iniyor.
Şehzade sarayda yaşar, ihtiyar şehzade aldığı asgari ücretin yarısı kadar emekli maaşı ve sıkıştırılmış raf evinde, Osmanlının yeniden kurulup, sarayda bir şehzade gibi yaşamanın hayaliyle yaşıyor. Bunca saray meraklısı bir ihtiyarın, bu kadar büyük beklentilere karşı, hücreleri nasıl bunca sene iflas etmemiş o da tıbbın konusu.
Siteye komple kamera yerleştirilmiş, dış bahçe duvarlarının üstleri, demir kazıklar ve jiletli teller ile çevrilmiş, hırsızların girmemesi için her türlü önlem alınmış.
Gerçi hırsızların da hakkını yememek lazım, 'yenilenmeyen yenilir' sözüne yakışır bir şekilde gelişen teknoloji ve yeniliklere göre kendilerini geliştiriyorlar.
Çöldeki, kervan soyan, her türlü yenilenmeye kapalı olan bedevi eşkıyalık geçmişte kaldı.
Türkçeyi askerde öğrenen adam Türk dili ve edebiyatı profesörünü, ilkokul diploması olmayan adam da kişisel gelişim üzerine onlarca kitap yazan, binlerce konferans veren, 'bu kitabı okuyan dolandırılmaz' isimli kitabı yazan profesörü dolandırıyor.
Nasıl mı oluyor, o da üniversitelerin, bilim psikolojisinin araştırma konusu olsun, belki de kazandığımız paraların içine haram karışıyordur.
Boğaz köprüsünü, Galata kulesini, Ali Sami Yen Stadyumunu, deniz vapurlarını her gün onlarca kişiye satan, Cumhuriyet tarihinin en meşhur dolandırıcısı, Sülün Osman'a gazeteciler; “Bu kadar insanı dolandırırken hiç mi vicdanınız sızlamadı?” diye sorarlar.
Sülün Osman; “Ben hiç kimseyi dolandırmadım, bir oyun oynuyordum. Beni dolandırmaya çalışanları dolandırdım” der.
Arabamın camından gelen tıngırtıya dönüyorum. İki elini açıp, beni kucaklamaya hazır bir adam görüyorum. Arabadan iniyorum, sıkı sıkıya sarılıyor, öpücük ve iltifatlara boğuluyorum. Ben neymişim be abi, ne cevherler varmış bende diyorum. Site yönetimine aday olan beyefendinin, elime verdiği broşüre bakıyorum. Broşürdeki resme bakınca, Sülün Osman canlanıyor gözlerimde. İçimden keyifli bir kahkaha atıyorum.