19 Aralık Cuma, ilk yarıyıl karnelerinin verildiği gündü. Karne günü takdir, teşekkür alan, karnesinde on kırık notu olan, tüm öğrenciler sabah erkenden heyecanla uyanır, düğüne gider gibi en güzel elbiselerini giyer, tencere kapak misali, birbirleriyle uyum içinde olanlar, farklı eğlenceli etkinlikler yaparlar.
Bizim öğrencilik zamanlarımızda ise karne günü parklara takılan gençlik, bakkaldan iki çay bardağı siyah bayatlamış çekirdek alıp geyik muhabbeti yapabilirse mutlu ve bahtiyar sayılırdı.
Cuma günü öğlen saatlerinde, ulusal birkaç kafenin önünden geçerken, öğrenciler ile tıka basa tıklım tıklım olduğuna şahitlik ettim.
Yapılan boykot etkinliklerinin gençlerin üzerinde hiçbir etki bırakmadığına ise ayrıca üzüldüm.
Bu aralar tüm esnaflar işlerin durgunluğundan şikâyet edip dururlar. Anne ve babalarının paralarını gençler acımadan, hunharca kafelerde ezdiklerinden, maalesef biz küçük esnafa da çorbanın suyunun suyu kalıyor.
Bazı konularda level atlamışız demek ki; 30 yıl önce ekmek arası lahmacun, somun ekmek arası nanê tîrê yiyen öğrencilerin evlatları, bugün en pahalı kafelerde, kahve içip, hamburger yiyip parayla geyik muhabbeti yapıyorlar.
Ülkede her şey değişti. Askerlik süresi, vatandaşlığın tanımı, karakolda işkence, sınıfta kalma, teknolojik atılımlar vb. konularda olumlu gelişmeler yaşandı.
Değişmeyen ve değişmeye niyeti olmayan tek şey gençler ve gençlik oldu.
Gençlik bir demdir gelip geçer. Ama gençler bunun farkında asla olmaz. Kişi gençken her şeyin sonsuza kadar süreceğini zanneder. En güzel, en verimli çağlar, baloncuk gibi uçup gider. Kiminin bu ergenliğinin ölümüne kadar sürdüğüne, kulağı, burnu halkalı yetmişlik ihtiyarlardan anlarız. Gençliğin heder olup geçip gittiğini fark edenler de tam bir cenaze evi havası yaşar. Ama iş işten geçmiştir.
Cuma namazından sonra iş yerime dönerken, üç liseli kız öğrencinin kapıda beni beklediklerini gördüm.
Kumandaya bastım, daraba açılırken öğrenciler; “Amca sana whatsaptan bir kaç belge attık, renkli olarak çıkarır mısın?” dediler. Whatsapıma baktım, üç adet sahte karne ve takdir belgesi.
“Gençler bu sahtekârlığınıza alet olmak istemem, kusura bakmayın…” diyerek isteklerini geri çevirdim.
Tam bu sırada kızların birisi aniden; “Aaaa Suriye bayrağı!” diyerek, şaşkın ve acı bir çığlık attı.
“Yok” dedim. “Filistin bayraklı anahtarlık o, Suriye bayrağı olsa ne olacak, sıkıntı mı?”
Kızlar; “Sıkıntı tabi amca, biz Türk milliyetçisi, akıllı zeki gençleriz, vatanımızı böldürmeyiz.”
“Yanındaki anahtarlıkta da İngiltere bayrağı var, ona tepki göstermediğinize göre, demek ki siz sadece Arap düşmanısınız” diyerek biraz nasihat edip kapıyı gösterdim.
İş yerime anne, baba ve de en önemlisi kendilerini kandırmak için sahte karne, takdir belgesi çıkarıp, sahtekârlık yapan gençler bir milletin düşmanlığına soyunarak, insanlıktan soyunduklarının farkında değillerdir.
Türk milliyetçiliğini Arap düşmanlığı, ateizmi tüm dinlere mesafe koyarak değil de, yalnızca İslam’a kin, öfke ve nefret aracı olarak kullanan, burnuna taktığı halkayı çağdaşlık zanneden gençlik, kulluk vazifesinin idrakine varmadan, toplumsal olarak erdem ve ahlaki değerlerden yoksun kalacağız.
Yeşilçam'ın filmlerde yıllarca algı oluşturmak için, yeterince esmer, sinsi çehreleriyle, yağlı elleriyle et yiyen adamları Arap olarak lanse etmesi, Hac’dan dönen amcaların dahi; Araplar şöyle veya böyle deyip Arapları kötülemeleri, toplumda bir Arap düşmanlığının oluşmasına katkı sağladı.
“Hacca giderek Araplara para kazandırıyorsunuz” diyenlere hiç kimse; “Neden Marlboro içerek Amerika'ya, Avrupa'ya tatil turlarına çıktığınızda Avrupalılara para kazandırıyorsunuz?” diye sorarak tepki göstermedi.
“Araplar bizi sırtımızdan vurdu” cümlesini sakız gibi ağzında geveleyip duranlara soruyorum; Yunanlar İzmir'de zeybek oynamaya, Fransızlar Tarsus'ta halay çekmeye, Ruslar Rize'ye horon tepmeye, İngilizler Urfa'ya İsot yemeye mi geldi?