Müslümanlar olarak, üstümüz başımız kan revan içinde ve elimiz ayağımız da bir birine dolaşık bir süreçten geçiyoruz.

Kendilerini İslam Ülkesi olarak tanımlayan 50 küsur devletin tamamı istila altındadır. Ayrıca, ister adı İslam olan bu ülkelerden birinde veya ister adı İslam olmayan başka ülkelerde yaşıyor olalım, Müslümanlar olarak topyekûn bir istila altındayız.

Gerçi tarihimizde, Müslüman olmalarına rağmen kimilerinin gayrimüslimlerle iş tuttukları olmuştur, ama onların da ne ömürleri uzun olmuş ve ne de sayıları istisnadan öteye geçmiştir.

Fakat bugün kelimenin tam anlamıyla topyekûn bir istila yaşıyoruz. Bugün derken, bu hali son yüz ve iki yüz yıldır yaşıyoruz. Asya’dan Afrika’ya, Kafkaslara, Balkanlara ve Endülüs’e kadar nerede yenildiysek, bir daha belimizi doğrultamadık. Çünkü her başkaldırımızı bazen içimizdeki işbirlikçilerin eliyle ve bazen de bizzat müdahale etmek suretiyle akamete uğratmayı ve istilalarını yeniden tahkim etmeyi başarabiliyorlar.

Müstevlilerin Ukrayna’dan Filistin’e ve Lübnan’a kadar yeni cepheler açmaktaki emellerinin de, istilalarını tahkim ederek güncellemek olduğu aşikârdır. İlk bakışta açılan Ukrayna Cephesinin Müslümanları içine almadığı gibi görünse de, doğrusu, bu cephenin de nihai hedefinin Rus nüfuzunun altındaki Müslümanlar olduğu şüphesidir.

Vahşette sınır tanımayan bu istilacılar bize karşı topyekûn saldırıyorken dahi bizim yaşadığımız en büyük zaaf, bu düşmanlarımızın adını dahi doğru koymaktaki aczimizdir. Bunun da iki nedeni vardır. Birinci neden, gafletten ve çoğunluğun bilinçsizliğinden kaynaklanan kafa karışıklığı iken, ikinci neden de, istilacıların bizden devşirdiklerinin güçlerinin bizim gücümüzün fevkinde olmasıdır. Bu iddiamızın doğru olup olmadığını görmek için uzağa gitmemize gerek yok. Türkiye’deki manzara-i umumiyeye kısa bir göz atmamız yetiyor. Mesela, İsrail bir yılı aşkın bir zamandır soykırım gibi bir insanlık suçunu işliyorken, gazete köşelerinden TV ekranlarına, cemaatlerden siyasi partilere, ticaretten sanat dünyasına kadar etkisi daha büyük ve sesi daha gür çıkanlar Siyonist yanlıları değiller mi?

Şimdi bakış açımıza 50 küsur İslam Ülkesinden oluşan İslam İşbirliği Teşkilatı’nı da dâhil ederek bakalım ve değerlendirelim… Ve dahi elimizi vicdanımıza koyup kararımızı verelim: Bu teşkilatın hâlihazırdaki işlevi, daha çok İslam İşbirliğini mi andırıyor, yoksa İsrail İşbirliğini mi?

Elbette müstevlilere direnenler de var, fakat bir bütün olarak verdikleri resim, müstemlekedir.

Burada doğal olarak akla gelen ilk soru, istilacıların hangi yol, yöntem ve araçlarla üzerimizdeki bu tahakkümü gerçekleştirdikleri ve sürdürdükleridir.

Sizlerin cevabını bilmiyorum, ama bendenizin cevabı şudur:

Teknolojik üstünlüklerinin ve bunu en vahşi biçimde kullanmalarının da elbette ki, bize tahakküm etmelerinde büyük bir payı vardır. Rejimlerimiz bile onların eseridir. Fakat diyebiliriz ki, tahakkümlerinin kalıcılığını bizim inancımızın hilafına yaşadığımız milliyetçilik ve mezhepçilik gibi sapmalarımızdan sağlıyorlar. Dünyanın dört bir yerindeki kıyamlarımızda yaşadığımız kırılmalar ve dahi düşmanlarımıza galebe çalmamızın bu kadar gecikmesinin içimizdeki nedeni ise, istilacıların yöneticilerimize kadar birçok insanımızı devşirip kendilerine hizmet ettiriyor olmalarıdır.

İşte Müslümanlar olarak düşmanlarımıza yenildiğimizden beridir içinde yaşadığımız onur kırıcı ahval ve şerait, kısaca yukarıdaki gibidir. Bize yapageldikleri taciz, tecavüz, katliam ve soykırımlardan çıkarmamız gereken ders, şimdiki milliyetçilik, mezhepçilik ve devletperestlik gibi sapmalarımızdan arınabildiğimiz ve kısaca inancımızı yaşadığımız ölçüde ancak içimizdeki işbirlikçileriyle birlikte müstevlileri, diğer adı ile küffarı yenebileceğimizdir.

Dolayısıyla, her zaman olduğu gibi şimdi de önemli olan, bizim kendimizi kimin yanında ve kime karşı konuşlandırdığımız ve kime taş attığımızdır.