Vahşette sınır tanımayan israil, ikinci bir cephe de açtı. israilin hala devam eden Gazze soykırımı karşısında az bir topluluk karşısında aciz kalan biz Müslümanlar, israilin Lübnan'a da saldırmasıyla birlikte kelimelerle tarif edilemeyecek kadar bir zillete gark olduk.

Yine istisnalarımızı tenzih ederek söyleyeyim: âliminden aydınına, yöneticisinden yönetilenine, amirinden memuruna ve komutanından erine kadar zilletin resmini çiziyoruz adeta…

Din kardeşlerimiz dediklerimiz gözlerimizin önünde tecavüze uğrarken, bombalarla paramparça edilirken, mabetlerimize girilirken, Sünni’siyle ve Şii’siyle hep birlikte kıyam etmek yerine, birbirimizi tekfir etmenin, cehenneme göndermenin ve israilden daha tehlikeli bir düşman olduğunu ispatlamanın çabası içindeyiz...

İbrahim Reisi, İsmail Heniyye, derken Hasan Nasrallah ve daha fazlası… Hepsinin birer üçer beşer bir şekilde Kudüs işgalcisi ve soykırımcı israil tarafından öldürülüyor olmasından bir ders çıkarıp Allah'a ittika edeceğimize ve gücümüzü düşmana karşı kullanacağımıza, birbirimizin boğazına sarılıyoruz. 

Mezhepçilik yapanlarımızın her biri diğerinin nerede ne kadar tecavüz ettiğini ne kadar öldürdüğünü ve dolayısıyla hain olduğunu ispatlamanın derdindedir…

Allah, Kur’an, Hz. Muhammed, Sünnet, sahabeler, mezhepler ve âlimler… Evet, bütün kutsallarımız ve değerlerimiz bu mezhepçilerimizin cehaletinden nasibini misliyle alıyor…

Ümmet olarak bu zillete, bu cehalete ve bu bağnazlığa duçar olmamızın biricik nedeni, sorunlarımızı dilimizden düşürmediğimiz Allah'ın Kitabına ve Resulünün sünnetine götürmeyişimiz veya sadece işimize gelen sorunları o mercilere götürmemizdir…

Öyle ki, ne Kur'an'dan ne Peygamberden ne tarihten ve ne de günümüzden ders alıyoruz. İkinci Dünya Savaşı’na kadar birbirinden milyonlarca insanı öldüren Avrupalıların bu vahşetlerine nasıl son verip aralarında birlik olduklarından ve hep birlikte israile nasıl canla başla hizmet ettiklerinden de bir ders çıkardığımız yoktur.

İstanbul’un Fethi üzerine şöyle bir menkıbeyi – sözü duyanlarınız mutlaka vardır: Fatih, toplarla İstanbul’un surlarını dövüyorken, Bizans’ın âlimleri – din adamları meleklerin cinsiyetlerini, yani erkek mi yoksa kadın mı olduklarını tartışıyorlardı…

Sünni’siyle ve Şii’siyle âlimlerimiz onları de geçtikleri içindir ki, tartışmayı da bırakmışlar, Sünni – Şii ayrımı yapmadan öldüren israile bir taş bile atmaktan acizdirler. Hepsi israil tarafından öldürülmüş olsalar bile, dualarını Şii mi veya Sünni mi olduğuna bakarak yapanlar az değildir. Onu da geçtik, kendilerini Ehli Sünnet – Sünni olarak tanımlamakla birlikte, şehit edilen Şiiler bir yana, Gazze ve Gazzeliler için bile dua etmeyenler vardır.

Sonuç olarak, bu mezhepçiler ne Kur’an dinliyorlar, ne de Sünnet… Ne Ebubekir dinliyorlar, ne de Ali… Kaldı ki, Ehli Sünnetin Şia vd. mezhepler hakkındaki görüşü de gayet açıktır. Şöyle ki: “Ehli kıble tekfir edilemez.”

Kesin olan şu ki, Sünni’siyle ve Şii’siyle âlimlerimiz önümüzde olarak işlerimizi – sorunlarımızı Allah'a ve Resulüne götürmediğimiz sürece, düşmanlarımızın canımıza, malımıza, dinimize, namusumuza ve izzetimize tecavüzlerine karşı koyamama zilletinden kurtulamayacağız…