Geçenlerde 10 günlüğüne İstanbul’a gelmem-gitmem gerekti.
Gözlemlerimin yanı sıra bir de tatillerini Türkiye’de geçiren gurbetçilerden dinlediklerim oldu. Önemine binaen bunları kısaca paylaşmak istiyorum:
Malumumuz, Türkiye onca doğal zenginliklerine ve insan gücüne rağmen hala kendi vatandaşlarının karnını bile doyuramayan ülkelerden biridir. Bu nedenledir ki, Türkiye’den Avrupa’ya gidip oraları yurt edinenlerin sayısı, belki 10 milyonu da buluyordur.
Avrupa ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra harabeye dönüşen ülkelerini abat etmek için dışarıdan iş gücü aldılar. Ki iş gücü aldıkları ülkelerden biri de, Türkiye’dir.
Türkiye, ikinci Dünya Savaşı’na girmediği ve dolayısıyla bu savaşın zararlarını da yaşamadığı halde, dönemin kendi vatandaşlarını doyuramayan hükümetleri çözüm olarak onları modern köleler gibi Avrupa’ya gönderdiler.
Örneğin, Avusturya’ya ilk işçi kafilesi 1964 yılında gönderilmiştir.
İlklerin biricik hayalleri ve hedefleri, bir süre çalıştıktan sonra, burnunda tüten vatan hasretini sona erdirmek idi. Hepsinin de anlattığı buydu.
Ben 1990 yılında Avusturya’ya geldiğimde, bunu gözlemlemiştim. Derlerdi ki, “bavulumuz hazır. Ele güne muhtaç olmayacak kadar kazanır kazanmaz, döneceğiz.”
Yıllar sonra dönmesine döndüler, ama çoğu kendi iradesiyle değil, tabutla döndüler. Aslında dönmek istiyorlardı, fakat ne zaman niyetlenseler, hem hali ve hem de geleceği güvensiz ve belirsiz görüyorlardı.
Çocuklar ve torunlar derken, bulundukları ülkelerin vatandaşlıklarına da geçtiler ve böylece oraları yeni yurtları edindiler.
Fakat çileleri bitmedi. Çünkü yeni yurtlarında hep “yabancı” muamelesi görürken, öz yurtlarındaki adları da “Almancı” idi.
Gurbetçiler hiçbir zaman Türkiye’nin ilgili Bakanlıklarını ve kurumlarını hakkıyla ve layıkıyla yanlarında göremediler. Bunun tek istisnası AK Parti’nin ilk 10-15 yılı oldu. Fakat olması gereken düzey yakalanamadı. Büyükelçilikler ve Konsolosluklar görece olarak biraz insanileştiler, ama vatandaşlarının haklarını korumanın ve sorunlarını çözmenin çok gerisindedirler. Bunun içindir ki, eğer bugüne kadar kendilerini koruyabildilerse, yine kendi imkânlarıyla kurdukları dernekler, camiler ve cemaatler sayesindedir.
Avrupa Türklerinin haletiruhiyelerine baktığımızda, Avrupa’daki gidişatın da güven vermemesine paralel olarak Türkiye’ye dönmek isteyenlerin oldukça çok olduklarını görüyoruz. Fakat bu düşüncelerinden dönmeleri için Türkiye’de birkaç hafta kalmaları yetiyor.
Dost, akraba, bakkal, çakkal, pazar, market, devlet dairesi, polis, politikacı ve kısaca her kim ile ve her ne ile karşılaşıyorlarsa, istisnaları dışında yaşadıkları şey çarpılmaktır.
Hülasa biz gurbetçilerin gözündeki Türkiye özetle şöyledir: Herkesin yaptığı kötülüğün yanına kar kaldığı… Gücün ve güçlünün hukuku belirlediği… Kara paranın aklandığı… Ayrıcalıklı kişi ve kurumların nasıl kazandıklarının hesabının sorulmadığı… Soygunun, yolsuzluğun ve rüşvetin sıradanlaştığı… Torpilin baş tacı edilip ehliyet ve liyakatin paspas yapıldığı… Yalanın, iftiranın ve kısaca envaiçeşit ahlaksızlığın kol gezdiği bir ülke…
Bunun da adı, haddizatında cennet gibi olan bir yeri cehenneme çevirmektir. Bu acı gerçeklerden hareketle gurbetçiler olarak vardığımız sonuç ve tercihimiz, kötülükte yarışanların el birliğiyle oluşturdukları böyle bir cehenneme dönmektense, bulunduğumuz ülkelerde zaman zaman itilip kakılıyor olsak bile, onurumuzla yaşamaya devam etmektir.