Bangladeşli genç bir akademisyen idi Tarık İslam.
Doktora için gelmişti Türkiye’ye. Daha sonra rahmet-i Rahman’a kavuşan Sabri Orman hocamızı –ağabeyimizi bir ziyaretimde, onun yanında tanışmıştık ve dost olduk Tarık ile.
Vefat haberini okur okumaz, aklıma onun başlığa taşıdığım sözü geldi: “Hocam, bunlar Ahiret Gününe inanmıyorlar mı?”
Zaman zaman üniversitede yaşadığı sorunları ve maruz kaldığı haksızlıkları anlatırdı. Aslında İngiltere’de okumaya hak kazanmıştı. Fakat o, “İslam Ülkesi” diye Türkiye’de okumayı tercih etmişti. Bu düşüncelerle Türkiye’ye gelmiş bir insanın dindaşlarından gördüğü haksızlıklar karşısında nasıl bir hayal kırıklığı yaşadığını tahmin edebilirsiniz.
Maruz kaldığı haksızlıklar nedeniyle not ortalaması düşünce, bursunu da kesmişlerdi
Bir gün beni arayıp, adını söylediği resmi kurumun burs verdiğini ve nasıl başvuracağını sormuştu. Ben de kendisini o kurumda çalışan bir tanıdığa yönlendirmiştim. Sağ olsun, yardımcı olmuş ve başvurusunu sağlamıştı. Tarık, sınavı en yüksek puanla verenlerden biri olduğu için, burs beklerken, mülakatta elenmişti. Garibanım mülakatın ne anlama geldiğini henüz bilmediği için, yetkilileri arayıp, nedenini sormuş. Sorusuna cevap alamayınca, işin peşini bırakmak yerine aradıkça aramış... Bakmışlar ki, Tarık’tan kurtulamayacaklar, gerçeği doğrudan kendisine söylemek yerine, benim üzerimden anlatmayı tercih etmişler.
Kurum adına arayan tanıdık özetle şunları söylemişti: “Hocam, Tarık kardeşimiz bizi sürekli arayıp, hak ettiği halde neden kendisine burs verilmediğini sorup duruyor. Doğrudur. Bursu hak etmesine hak etti, ama alamadı. Biz de nedenini kendisine söyleyemiyoruz. Biliyorsunuz, neden burası Türkiye. Bakan, bürokrat, milletvekilleri vs. arayıp, burs vermemiz gerekenlerin isimlerini verince, biz de puanlarına bakmaksızın eledik. Tarık da elediklerimizden sadece biri…”
Gelin de bu ahlaksızlığı Tarık’a anlatınız…
“Elçiye zeval olmaz” diye o üzüntüyle Tarık kardeşimi arayıp durumu anlattığımda, ağzından çıkan ilk söz şu olmuştu: “Hocam, bunlar Ahiret Gününe inanmıyorlar mı?”
Durdum… Yutkundum, yutkundum ve yutkundum. Ve hatırladığım kadarıyla ancak şunları söyleyebildim:
“Ya inanmıyorlar ya da o günün çok uzak olduğunu sanıyorlar. Aksi halde ne onlar hakkınızı gasp edebilirlerdi ve ne de memurları bu gaspa rıza gösterirlerdi.”
Kim bilir daha neler çekti Müslüman kardeşlerinden… Ama şüphem yok ki, Tarık, bana sorduğu soruyu o gün o gasıplara ve o gasıpların emrine uyanlara da soracak ve belki bir de şunu ekleyecektir: “İşte inanmadığınız gün ve işte uzak sandığınız gün!”
Bizler de Müslüman bireyler olarak, “İslam için çalıştıklarını” iddia eden kurumlar olarak ve dahi ümmet olarak kendimizi Tarık’ın bu sorusu doğrultusunda sorguladığımızda, karşımıza Gazze çıkıyor. Karşımıza dünyanın mazlumları çıkıyor. Ve karşımıza dünyanın mustazafları çıkıyor. Ve tıpkı Tarık gibi hep bir ağızdan soruyorlar: “Ahiret Gününe inanmıyor musunuz?”
Çünkü halimiz ortada…
Fiilen yaşadığımız gibi, adları, sanları, konumları ve faaliyet alanları ne olursa olsun, “Allah adına” dedikleri halde kendileri hakkında, “sahi bunlar gerçekten Allah’a ve Ahiret Gününe iman ediyorlar mı?” diye sordurtacak kadar emanete ihanet eden ve kul hakkına giren o kadar insanımız ve kurumumuz var ki…
Tekrar dönmek için gittiği memleketi Bangladeş’te vefat eden Tarık hakkında edindiğim son bilgi şu oldu: Birkaç ay önce evlenmişti ve bir çocuk bekliyorlardı. Allah, Tarık İslam’a rahmet etsin ve ailesine her şeyin hayırlısını versin.
Çoğunlukla hiç bitmeyecek sandığımız hayat bu kadar kısadır işte…
Kalan ömrümüzü Hesap Gününe bir hazırlık bilinci ile yaşayabiliyorsak, ne mutlu!