Türk, eğer ezici çoğunluk olarak İslam-Müslüman olmanın diğer adı ise, Türkiye'nin Cumhuriyeti de, Türk'ü devletin sahibi olmaktan uzaklaştırıp, cumhurun iradesinin tecellisi olmayan bir rejime bekçi ve hatta tetikçi yapmanın diğer adıdır.
İşte Mustafa Kemal'in 29 Ekim 1923'te "Cumhuriyet" diye ilan ettiği rejim bugün yüz yaşındadır.
Cumhuriyeti tabii ki, anmalıydık. Ama Cumhuriyeti kutsamak ve kurucusunu tanrılaştırmak şeklinde değil de, sevabıyla ve günahıyla geçen yüz yılın bir muhasebesini yaparak...
Ancak bunu yapmadılar. Geçen bir yüz yılın adamakıllı ve dört başı mamur bir muhasebesini yapmak yerine, kendilerine acıyarak söyleyelim ki, Cumhuru büyük bir yalana boğmayı tercih ettiler.
Kimisi düpedüz yalan söyledi ve kimisi de doğruları söyleme gücünü kendisinde bulamadığı için, kendince takiye yapmak yoluna gitti.
Her birinin içindeki istisnaları tenzih ederek söyleyecek olursak, iktidarıyla ve muhalefetiyle siyaset yalan söyledi...
Bürokrasi... Medya... Diyanet... Üniversite... Akademi... Aydınlar... Başkanlar ve kısaca söze gelenler -istisnaları dışında- yalan söylediler...
Hala bir darbe anayasasıyla yönetilmekte olduklarını bile bile, yüz yaşına giren bu rejimi kimileri bir "asrısaadet" tadında ve kimileri de bir "uygar dünya" tadında dayatmaktan utanmadılar...
Bize yüz yıldır yaşadığımız köhne rejimi değil, sözlüklerdeki Cumhuriyeti anlattılar.
Hâlbuki Cumhurun iradesini hiçe sayan, anayasasını darbecilerin yaptığı ve Atatürk veya başkası olsun, bir şahsı tanrılaştıran, onun koyduğu ilkeleri–kanunları tanrısal bir buyruk gibi görüp, bu maddelerin değiştirilmesi yönündeki bir teklifi bile suç sayan bir rejim Cumhuriyet olabilir mi?
Ama dahası da var...
Bunlar despot, ırkçı, faşist ve diktatör öğeler içeren bir rejimi bize Cumhuriyet diye dayatmakla hızlarını alamadılar, Mustafa Kemal'i de gâh iftiralara boğdular ve gâh tanrılar mertebesine yükselttiler. Oysa Mustafa Kemal, kendi ilkeleriyle bile çelişmiştir! Avrupa'dan aldığı Laiklik ilkesine bile Avrupalılar kadar veya onlar gibi saygı duymadı. Devletçiliği de, devleti toplumsal barış, güven ve refah yönünde dönüştürmek şeklinde değil, devletin gücünü yeni bir toplum yaratmak adına Cumhura karşı kullandı. Devrimciliği de, Laikliği ve Devleti Cumhura karşı birer baskı aracı olarak kullanmakla sınırlı idi. Mustafa Kemal, sözlüklerde geçtiği gibi bir Cumhuriyetçi, bir Milliyetçi ve bir Halkçı değildi.
Kısaca Atatürk, Cumhurun iradesine öyle bir şiddetle karşı idi ki, kurucusu olduğu CHP (Cumhuriyet Halk Fırkası) dışında hiçbir partiye izin vermedi. Hatta kendi emriyle kurdurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkası'na bile ancak dört ay tahammül edebildi...
Cumhuriyet, doğrusu bizim de tasvip ettiğimiz bir yönetim biçimidir. Yeter ki, her Cumhur- Topluluk, düzenini kendi inancı doğrultusunda kursun ve kendi inancında olmayanların da temel insani haklarına harfiyen riayet etsin. Bu özelliklerde olmayan bir rejim her şey olabilir, ama Cumhuriyet olamaz.
Ama ne yazık ki, 100 yıldır böylesine yaman bir çelişkiyi yaşıyoruz. Ve görünen o ki, kendimizi iyi yönde değiştirinceye kadar da bu çelişkiyi yaşayacağız. Çünkü Mustafa Kemal ve CHP'si ne kadar demokrat ve Cumhuriyetçi idiyseler, istisnaları varsa, söylersiniz, bugünkü liderler ve partileri de o kadar demokrat ve Cumhuriyetçidir.
Bu durumda biz Cumhura düşen görev, sürü olmadığımızın nişanesi olarak, zalime ve zulme karşı her daim kıyamda olmaktır!
Zaten insanın fıtratı da bunu gerektirmiyor mu? Şeytana karşı Âdem olmak, Kabil'e karşı Habil, Firavun'a karşı Musa, Nemrut'a karşı İbrahim, Ebu Cehil'e karşı Muhammed ve İşgalci israil'e karşı Gazze olmak... Ve kısaca fıtratıyla barışık insan olmak…