Afrika’da yine dikkate değer kıpırdanmalar, hareketlilikler oluyor…

Hatırlayalım… 2010 yılındaki Arap Baharı da Afrika’da gerçekleşmişti. Birçok ülkede milyonlarca Arap, fakirliği, geri kalmışlığı ve kısaca her bakımdan zelil bir hayatı kendilerine dayatan diktatörlerinden kurtulmak için başkaldırmıştı. Ancak bahar ümidiyle başlattıkları bu hareketleri ne yazık ki, emperyalistlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin eliyle akamete uğratılmış ve öncekilerden de daha kara bir kışa mahkûm edilmişlerdi.

Şimdi de Afrika’da bazı ümit verici gelişmelere şahit oluyoruz. Nijer, Fransa’ya ve Burkina Faso da ABD’ye yapageldikleri uranyum ve altın ihracatını yasakladıklarını açıkladılar. Haddi zatında birer müstemleke muamelesi gören Nijer ve Burkina Faso’nun böyle bir karar alabilmeleri, eğer işin içinde bir bit yeniği yoksa ve eğer bu karar gerçekten de kendi iradelerinin bir eseriyse, ayakta alkışlanmaya ve emperyalistlere karşı bir duruş olması nedeniyle bütün imkânlarla desteklenmeye değerdir.

Biz de Nijer ve Burkina Faso’nun aldıkları bu kararların kendi özgür iradelerinin bir eseri olduğu ümidinden hareketle buna Afrika Baharı diyoruz. Arzumuz, diğer Afrika ülkelerinin de madenlerini gasptan kurtarmaları ve aynı adımları atmalarıdır.

Korkmalarına gerek yok, çünkü şimdiye kadar kaybettiklerinden daha fazlasını kaybetmezler. İstediklerini elde edemezlerse bile, şimdikinden daha iyi bir hal yakalamaları mümkündür. Tabii, Arap Baharını yaşayan ülkelerin hatalarını tekrarlamamak şartıyla…

Arap Baharı sürecini ve sonrasını hatırlayalım…

Rejimlerinin ve yöneticilerinin canlarına tak ettiği insanlar nihayetinde daha insani şartlarda yaşamak amacıyla başkaldırmışlardı.

Afrika’yı sömüregelen Batılılar, Arap Baharı olayında da başından itibaren gereken tahlilleri yapıp gereken önlemleri aldılar. Ve sonuçta, gelişmeleri kendi lehlerine dönüştürmeyi başardılar.

Ama Türkiye’nin Arap Baharı hakkında dört başı mamur tahliller yapıp ona göre adımlar attığını söyleyemiyoruz. Oysa hem Afrikalılar ve hem de kendi yararına çok işler başarabilirlerdi. Çünkü Batılılara nazaran Türkiye’nin o ülkelerle hem coğrafi, hem tarihi, hem kültürel ve hem de dini olarak büyük avantajları vardı. Fakat ne yazık ki, Türkiye bütün bu imkânlarına rağmen Suriye batağına saplandı. Hâlbuki Suriye ile daha önce başlatılan ilişkiler eğer aynı doğrultuda sürdürülebilseydi, kazanan iki ülke olacaktı.

Türkiye, Suriye ile dostane ilişkiler çerçevesinde de Suriye’den kendisine yönelik terör saldırılarını, tıpkı Irak’ta zaman zaman yaptığı sınır ötesi operasyonlar gibi yerinde ve zamanında önleyebilirdi.

Bize göre, ABD, tıpkı bir zamanlar Saddam’ı Kuveyt’e girmeye ikna ettiği gibi, Türkiye’yi de Suriye’ye girme konusunda ikna etti. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un o sahte gülücüklerinden kendisini derin stratejik bilgisiyle etkilediği hayaline kapılırken, Clinton, Türkiye’nin Suriye’ye girmesinin zeminini oluşturuyordu.

Türkiye, genelde Arap Baharını doğru okuyamadığı gibi, özelde Suriye gerçeğini de doğru okuyamadı. Ne İran ve Rusya’nın Suriye’deki varlığını ve etkisini ve ne de ABD’nin Suriye üzerindeki emellerini doğru okuyabildi. Eğer bütün bunları doğru okuyabilseydi, Suriye ile başlattığı o güzel ilişkilere insan hakları ve demokratikleşmeyi de ekleyerek birlikte yol alırlardı. Zaten Türkiye’nin insan hakları ve demokratikleşme konularında Suriye’ye yönelttiği eleştiriler yerinde olsa da bunlar hemen olabilecek şeyler değildi. Kaldı ki, Türkiye’nin demokratikleşme ve insan hakları konularında Suriye’den bir iki adım ileride olmaktan başka bir farkı yoktu.

Temennimiz, Türkiye’nin Afrika’daki ilişkileri en az Avrupalılar kadar yakın takibe alması ve onlarla olan ilişkilerini mümkün olan her alanda geliştirmesidir.

Afrikalıların gıda ihtiyaçlarının temini konusunda da Türkiye hem kendi başına ve hem de Rusya ile birlikte etkili olabilir. Ki Başkan Sayın Erdoğan’ın yıllar önce hayata geçirdiği “kazan kazan” politikası da şimdiki dönem için tam da biçilmiş bir kaftan!

Toparlayacak olursak, Nijer ve Burkan Faso’nun madenlerine sahip çıkma iradelerini ortaya koymaları, Afrika ülkelerinin kendi zenginliklerine sahip çıkmaları için hayati bir başlangıçtır. Anılan ülkelerin bu cesur kararlarını diğer ülkelerin de almaları mümkündür ve onları buna teşvik etmek gerekir.

İnanıyoruz ki, eğer Afrika halkları, kendi mallarına sahip çıkmaya başladıkları takdirde, sömürgecilerin vurdukları zincirlerden ve onların emrindeki diktatörlerinden başka kaybedecekleri bir şeylerinin olmadığını bir kavrasalar, hiçbir güç onları tutamayacaktır.

Bu bağlamda hepimize iş düşüyor.

Öyleyse hem kendi ülkemizi insanıyla, anayasasıyla ve içindekileriyle birlikte müstemlekeden kurtarıp özgürleştirmeye çalışalım ve hem de yüzlerce yıldır sömürülen Afrikalıların kışlarını bahara çevirmelerine katkıda bulunalım.