Üzerinden yüz yıl geçti, ama hala birçok soruyu soramıyoruz ve birçok gerçeği konuşamıyoruz…
Bazı yalanları büyüttükçe büyütüyor ve kutsadıkça kutsuyoruz…
Ve yaşanan birçok olayı, daha doğrusu kurulan tuzakları değil sorgulamaya, dile getirmekten bile haşa kaçıyoruz…
Lozan Antlaşması da bu bağlamda kutsallık atfedilen ve hala tartıştırılmayan olaylardan biridir. Bunun içindir ki, üzerinden yüz yıl geçiyor olduğu halde, bu antlaşmanın gerek “Türkler” ve gerekse “Türk olmayanlar” için ne anlama geldiğini hala yalın bir şekilde yazamıyor ve konuşamıyoruz. Buradaki “Türkler”den kastımız, bütün unsurlarıyla birlikte Müslümanlar ve “Türk olmayanlar”dan kastımız da bütün unsurlarıyla birlikte Gayrimüslimlerdir. Hem küffar yüzlerce yıl boyunca Müslümanları “Türk” olarak tanımladığı ve hem de Türklerin düşünme ve akletme melekelerini harekete geçirebiliriz umuduyla, biz de burada “Müslim” ve “Gayrimüslim” kavramları yerine “Türk” ve “Türk olmayan” kavramlarını tercih ediyoruz…
Biraz geriye gittiğimizde, yüzlerce yıl süren fetihlerle üç kıtaya kadar yayılan Türklerin sonraları savaşa savaşa çekildiklerini ve Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte yenildiklerini görürüz. Yenilmesine yenildiler, ama teslim olmak yerine “misak-ı milli” dedikleri sınırları canlarından duvarlarla ördüler.
İşte düşmanlarla, yani savaşın galipleriyle barış görüşmeleri de Lozan’da böyle başladı…
Görüşmeler başlamasına başladı, ama bugün bile hala nedenlerini sorgulayamadığımız ve sorgulayanlara hain damgası vurulduğu bazı olaylar gerçekleşti.
Örneğin, Lozan görüşmeleri devam ediyorken, neden Mustafa Kemal’in Birinci Meclis’i feshettiği… İkinci Meclis’in neden sadece Mustafa Kemal’in seçtiklerinden oluştuğu… Lozan Antlaşmasının Türkler için ve Türk olmayanlar için ne anlama geldiği… Türklere ve Türk olmayanlara ne gibi hakları tanıdığı ve kimleri hangi haklarından mahrum ettiği… Toplumun %1’ini oluşturan Gayrimüslimler adlarıyla anılıp hakları bu uluslararası antlaşmanın güvencesine alınırken ve dahi devleti yönetmelerinin önü açılırken, neden toplumun %99’unu oluşturan Müslümanların ne adlarından ve ne de haklarından söz edilmediği ve üstüne üstlük devletin yönetiminden uzaklaştırıldıkları… Ve neden bu antlaşmanın taraflar arasında varılan ve karşılıklı saygıya dayanan bir metinden çok, Türkler-Türkiye için bir çeşit üst anayasa olduğu…
Lozan Antlaşmasına atılan imzaların mürekkebi bile henüz kurumamıştı ki, Türkler kendilerini bir iç savaşın içinde buldular. Savaş boyunca cepheden cepheye koşanlar ve Mustafa Kemal ile omuz omuza savaşanların kimisi mürteci ve kimisi de bölücü oluvermişti.
Türkler ve Kürtler… Yani 1071 Malazgirt Savaşı’ndan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar kader birliği yapan ve birbirine sadık kalmış iki Müslüman halk… Yani devletin iki kurucu unsuru… Yani yıllardır aldıkları yaraları sarmaya ve geleceklerini birlikte inşa etmeye çalışan iki dost…
Onlar onca zorluktan sonra sınırlarını kanlarıyla çizdikleri ve semalarında Allahu Ekber seslerinin yankılandığı ülkelerinde ve şehitlerinin kanından rengini alan ay-yıldızlı bayraklarının altında onurlarıyla yaşamanın sevinci ile özgür geleceklerinin hesabını yapıyorken, kendilerini birden bire savaştan ve işgalden de beter bir oyunun içinde buluverdiler. Kimisi mürteci ve kimisi de bölücü ithamı ile İstiklal mahkemelerinde yargılandılar… Darağaçlarına asıldılar… Sürgün edildiler ve toplu katliamlara uğratıldılar.
Evet… Az idiler ve azınlık idiler, ama ne edip ettiler ve Türkleri can evinden vurup yönetimden uzaklaştırmayı, dinleri olan İslam’ı onların hayatlarından söküp atmayı ve nihayetinde onları İslam’ı hayatın dışında tutan bir rejime bekçi ve asker yapmayı başardılar.
Türkler mi? İstisnaları dışında, aydınlar, âlimler, siyasiler, tarihçiler, sanatçılar ve gazeteciler de bu zillet halinden kurtulmanın mücadelesini vermek yerine, genelde kendilerini makamlarla, milliyetçilikle ve devletçilikle avuttukları için, Cumhuriyetin ilk yüzyılını da yönetimin dışında, darbe anayasalarına mahkûm ve rejimin hem bekçileri ve hem de ötekileri olarak geçirdiler.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına giriyoruz, ama Türkler hala yönetimin dışında ve biricik avuntuları ise, milliyetçilik ve “Ne Mutlu Türk’üm diyene” gibi sloganlardır.
Kendi iradelerinin eseri olan adil bir anayasayı yapabilecekler mi, yoksa önümüzdeki yüzyılı da Lozan Antlaşmasının vurduğu boyundurukla mı geçirecekler, göreceğiz…