HÜDAPAR Genel Başkanı Sayın Zekeriya Yapıcıoğlu’nun kendisine yöneltilen bir soruya cevaben, “Türk Bayrağı” yerine “Türkiye Bayrağı” deyiminin kullanılması gerektiği yönünde görüş belirtmesinin malum kesim tarafından hemen yeni bir karalama ve linç dalgasının aracına dönüştürülmesi şaşılacak bir durum değildir. Yapmaya çalıştıkları şey de, bu sözden kendilerince bir Türk düşmanlığı çıkarmaktır.

Ama aklıselim olan herkes biliyor ki, asıl sorun, HÜDA PAR’ın doğru yerde, yani Cumhur İttifakı’nda karar kılmak suretiyle, kötülerin hesaplarını boşa çıkarmasındandır.

Müslümanlara yönelik yapılan bu ve benzeri ithamlar yeni olmadığı gibi, toplumda bir karşılığının olduğu da yoktur. Sadece sermayeleri ırkçılık olan kesimler, ellerine bir malzeme geçirmiş olmanın yanı sıra, bir de ırkçılıkla iğfal ettikleri insanlara bir süre daha tahakküm etme şansını yakalamış oluyorlar.

Bana sorarsanız, Türk Cumhuriyeti demekle Türkiye Cumhuriyeti demek arasında bir fark olmadığı gibi, Türk Bayrağı demekle Türkiye bayrağı demek arasında özde bir fark yoktur. Kaldı ki, tarihte olduğu gibi günümüzde de bir milletin adı ile anılan onlarca devlet vardır. Yani dememiz o ki, bir ülkenin ve-veya bir bayrağın bir millet adına olmasında ve bir millet adına anılmasında bir sorun yoktur. Sorun olan şudur: Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerin hâkim milleti diğer milletlere baskı, inkâr ve asimilasyon aracına dönüştürmeleri, vatandaşlar arasında bölücülük yapmaları ve tahakkümlerini oluşturdukları bu kontrollü ötekileştirmeler ve düşmanlıklar üzerinden sürdürmeleridir. Çünkü Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra Kürtlere yönelik yönelik uygulanan inkâr, imha asimilasyon politikaları Türklük adına yapılageldi. Oysa Türklerin yüz yıl öncesine kadarki tarihlerine baktığımızda, ırkçı olmadıklarını görüyoruz. Bana göre, Türkler tarihte ırkçı değildiler ve Cumhuriyetten sonra da bütün dayatmalara rağmen kitle olarak ırkçılıktan uzak durmayı başarabildiler. Ancak azgın azınlığın kendi tahakkümünü kalıcı hale getirmek için onlara yaşattığı travmayı hala atlatamadıkları ve rejimin inkâr politikalarına hakkıyla ve layıkıyla karşı çıkmadıkları, çıkamadıkları da bir gerçektir.

Toparlayalım… Yapıcıoğlu’nun itiraz içeren sözü de Türklere, Türklüğe değil, Türkler ve Türklük adına yapılagelen ırkçılığa ve ayrımcılığadır. Ki Yapıcıoğlu bu konuda yalnız da değildir. Çünkü Kürtler kadar Türklerin de bu anlamda ve bu bağlamda aynı düşündüklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun delili de Türklerle Kürtlerin günde beş vakit aynı kıbleye yöneliyor olmalarıdır. Dolayısıyla Türkler rejimin dayattığı ırkçılığa teslim olmamakla birlikte gereken cevabı da eğer hala veremiyorlarsa, bu, rejimin kendilerine dayattığı travmayı hala atlatamamış olmalarındandır.

Dikkat edilirse, Türklerin ve Kürtlerin Cumhuriyetin kuruluşuna kadarki kaderleri nasıl ki aynı idiyse, kuruluştan bugüne kadarki yüz yıllık kaderleri de aynıdır. Yeni bir toplum inşa etmek iddiasında olanlar Türkleri irtica üzerinden ve Kürtleri de Bölücülük üzerinden vurdular. Buradaki başarılarını da Türklerin içine saldıkları bölünme parçalanma korkusuna borçlu olduklarını söyleyebiliriz.

Öyleyse Türkler ve Kürtler olarak evvelemirdeki görevimiz, rejimin kadim kardeşliğimizde oluşturduğu bu fetret dönemine son vermek… Bunun da yolu, yekdiğerimizin dilinin, renginin ve milliyetinin Allah’ın birer ayeti ve birer zenginliğimiz olduğuna iman etmemizden ve bu cennet vatanımızı şehit atalarımızın ruhlarının da şad olacağı şekilde yeniden inşa etmekten geçmektedir. Ki önümüzdeki seçimleri de Türklerin ve Kürtlerin kadim kardeşliğinde açılan bu fetret dönemine son vermenin araçlarından biri olarak görüp değerlendirmek gerekir.

İftiralara ve koparılan gürültülere de aldırmamak ve korkmamak, aksine sevinmek gerekir. Çünkü ürümeler, kervanın kendi yolunda kararlılıkla yürüdüğünün yanılmaz işaretleridir!