Ermeni Sorunu, “Boğaz’daki Hasta Adam” teşhisini koydukları Osmanlı Devleti’ni parçalayıp paylaşmayı amaçlayan ve bu yönde güç ve eylem birliği yapan dönemin büyük güçlerinin, Ermenilerin sorunlarını çözmek adına Ermenilerin bizzat kendilerini soruna dönüştürmeleri nedeniyle hem kendilerinin ve hem de Ermenilerin sebep oldukları kanlı olayların ve büyük felaketin diğer adıdır!

Önce bilgilerimizi tazeleyelim…

1789 Fransız Devrimi’nden sonra estirilen milliyetçilik rüzgârı çok uluslu, çok dilli ve çok dinli Osmanlı İmparatorluğu’nu da vurmuştur. İlk önce Yunanlılar 1821 yılında Osmanlılardan kopup bağımsızlıklarını kazanırlar. Ve gerisi gelir.

Ermenilerin bağımsızlık yönündeki mücadeleleri ise, 19. Yüzyılın son çeyreğine tekabül etmektedir.

1877-1878 yılında meydana gelen ve tarihimize  “93 Harbi” olarak geçen Osmanlı-Rus Savaşı’nın Rusya lehine sonuçlanınca, çıkarlarını tehlikede gören büyük güçler hiç zaman kaybetmeden Berlin’de bir kongre gerçekleştirirler. 13 Haziran-13 Temmuz arasında gerçekleştirilen kongrenin sonunda imzalanan Berlin Antlaşmasının 61. Maddesi, Osmanlı Hükümetinin, halkı Ermeni olan vilayetlerde mahalli ihtiyaçların gerektirdiği ıslahatı yapmasını ve bu bağlamda alınacak tedbirleri Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Rusya’ya bildirmesini yükümlü kılarken, bu devletlere de süreci takip etme görevi veriyordu.

Ancak bu devletler görevlerini kötüye kullanmak yönünde kullanırken, Ermeniler de onların desteklerini bağımsızlık yönünde kullanma yoluna gittiler.

Böylece Ermenilerin, dış güçlerin açık destekleriyle ilk olarak 1890larda başlattıkları şiddet ve terör eylemleri kısa zamanda genişleyerek ve mukatelelerle büyüyerek devam etmiş ve 1915’teki olaylarla zirve yapmıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp tarihe karışırken, Ermeniler de “özgür, bağımsız ve birleşik Ermenistan” hedeflerini, 1918 yılında kurdukları Demokratik Ermenistan Cumhuriyeti ile ancak kısmen gerçekleştirebildiler. Ama bu bağımsızlıkları da Rusların Kızıl Ordusunun Ermenistan’ı işgal ve ilhakıyla birlikte son buldu.

Şimdiki Ermenistan da, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin (SSCB) dağılmasından sonra 1991 yılında kuruldu.

Bugünden geriye baktığımızda, üzerinden 100 küsur yıl geçmesine rağmen şu iki şeyin hiç de değişmediğini görüyoruz: Birincisi; emperyalist güçlerin Ermenileri kendi emelleri doğrultusunda kullanmaları… İkincisi; Ermenilerin, dönemin büyük güçlerinin kendilerine biçtikleri figüran rolünü tıpkı ilk başlardaki haz ve iştiyakla oynamaları…

Dolayısıyla Türklere ve Türkiye’ye karşı olan cephede geçen onca zamana rağmen değişen tek şey, emperyalist güçlerin ve Ermenilerin birlikte dillendirdikleri “Ermeni Soykırımı” iddiası ve bu iddiayı dünya kamuoyuna kabul ettirme çabalarıdır. Nitekim bu çabalar meyvesini vermiş ve 31 ülke, “Ermeni Soykırımını” resmen tanımıştır.

Peki, soykırım iddiasında olanların cephesi, bütün bu yaptıklarına ek olarak bir de her yılın 24 Nisan ayında Türkiye’ye karşı bir soykırım rüzgârı estirirken, Türkler ve Türkiye bugüne kadar ne yaptılar ve ne yapıyorlar?

İşte her vicdan sahibini derinden yaralayan da Türklerin ve dolayısıyla Türkiye’nin bu bağlamda yükümlülüklerini yerine getirmedeki acizliğidir!

Dünya kamuoyu ile birlikte Türkiye de 1890’lardan 1915’lere kadar Ermenilerle sorunlar yaşandığında ve bu zaman zarfında her iki taraftaki kaybın yüz binleri bulduğunda hemfikirdir. Türkiye ile diğerlerinin üzerinde anlaşamadıkları nokta, bu olayların bir soykırım olup olmadığıdır.

Tarafların bu iddialarını ispatlamalarının yolu, dönemin yazılı kaynaklarından ve o olayları yaşayanların tanıklığından geçmektedir.

Bu bağlamda tarafların neler yaptıklarına baktığımızda, Ermenilerin ve ilgili ülkelerin derslerini iyi çalıştıklarını ve soykırım iddialarını değişik ülkelerin arşivlerinden elde ettikleri belgelerle ispatlamaya çalıştıklarını görüyoruz. Soykırım ithamlarına maruz kalan Türkiye’nin anılan olaylara ve soykırım iddialarına dair bugüne kadar yaptığı çalışmalara ve ortaya koyduğu eserlere baktığımızda ise, tam bir hayal kırıklığı yaşıyoruz.

Çünkü gerek Ermeniler ve gerekse birçok Batılı tarihçi, yukarıda adı geçen ülkelerin arşivleri başta olmak üzere diğer ilgili ülkelerin arşivlerini de tarayıp kendi iddialarına dayanak olan belgelerden bir soykırım tarih oluşturabilmişlerdir. Buna karşılık Türk tarihçilerinin çalışmaları ve ortaya koydukları eserler büyük ölçüde Osmanlı kaynaklarıyla sınırlı kaldığından, dünya kamuoyunun şüphelerini gidermeye yetmemiştir.

İmdi soykırım iddialarının cephesi, her fırsatta konuyu gündeme getireceğine ve her yılın 24 Nisanında Türkiye’ye karşı şiddetli bir soykırım rüzgârı estireceğine göre, Türkiye’nin yapması gereken şey, ne ezik bir şekilde, “biz soykırım yapmadık” türünden cümleler sarf etmektir ve ne de mafyalaşmış lobilere milyonlarca dolar aktarıp onlardan medet ummaktır. Aksine onların iddialarını belgelerle çürütmektir.

Gerçi şunu da biliyoruz; Türkiye, gerçekleri bütün açıklığıyla ortaya çıkarsa da soykırım iddialarının önünü alamayacaktır. Bunun için Türkiye’nin cevabı bu iddialardan da öte, bu iddiaların kirlettiği vicdanlar olmalıdır.

Bu iddiaları hakkıyla ve layıkıyla çürütecek ve art niyetli olmayanların vicdanına dokunacak cevaplar da Osmanlı arşivinden çok, yukarıda adı geçen ülkelerin arşivlerindedir.

Ancak o zaman dünya kamuoyu, başta Ermeniler olmak üzere Türklerin de, Kürtlerin de dönemin büyük güçlerinin süfli emellerinin birer kurbanı olduklarını görebilecektir…