Önceki iki yazı meselenin genel ve teorik bir değerlendirmesi idi. O kadarla yetinmek istiyordum, ama konu ile ilgili birkaç örnek vermenin iyi olacağı düşüncesi ağır bastı.
İlk örneğimiz Osmanlı Döneminden…
1878 Berlin Antlaşmasının 61. Maddesine göre Osmanlı Devleti Ermenilerin yoğun yaşadıkları bölgelerde (Vilayat-ı Sitte) reform yapacaktı ve imzacı devletlerden olan Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Rusya da bu sürece nezaret edecekti. Ancak anılan ülkeler bu görevi Osmanlının içişlerine doğrudan ve alenen müdahale etmek yönünde kullandılar.
Bu müdahalelerin diplomatik boyutu bir yana, birbirileriyle yarışırcasına Ermenilere çok yönlü yardımlara da başladılar. Ermenileri örgütlemekten, yönlendirmekten ve kışkırtmaktan tutun da para ve silah yarımına kadar hepsi var. Yanlış anlaşılmasın, bunlar benim iddialarım değil, anılan ülkelerin elçilik yazışmalarında yazılanlardır.
Mesela, Avrupa ülkeleri dünyayı büyük bir savaşa doğru götürüyorlarken, onların İstanbul’daki elçilerinin gündeminde Anadolu’yu nasıl paylaşacakları vardır. Çünkü Osmanlılar artık Balkanlardan, Kafkaslardan, Kuzey Afrika’dan ve Hicaz gibi yerlerden sökülüyorlardı.
Devletin kalbine, yani Anadolu’ya geç müdahale etmelerinin nedeni de güçsüz oldukları değil, aralarında bir türlü anlaşamadıkları içindi. Çünkü hem petrol ve hem de askeri ve ekonomik anlamda çok önemli yerler söz konusu idi.
Hatırladığım kadarıyla, ya Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yılı olacak veya ondan biraz önce olacak, o zamanlar, Osmanlının müttefiki olan Almanya’nın elçisi İngiliz elçisine şu uyarıyı yapıyor: “Evet, biz bugün Osmanlı ile müttefikiz, ama sıra eğer Anadolu’nun da paylaşımına gelirse, biz de payımızı alırız.”
İhalelerini almak için birbiriyle yarıştıkları Demiryolu projelerine olan ilgileri de bu paylaşım düşüncelerinin bir parçasıdır. Anadolu’nun içindeki güzergâhlardan tutun, Bağdat ve Hicaz’a uzanan demiryolları güzergâhları bile, ileride yapacakları muhtemel müdahalelere ve paylaşımlara göre tasarlanmıştır. Bugün Avrupa’nın akademi dünyasında bu demiryolları hakkında da büyük bir külliyat vardır. Ancak bizim üniversitelerimiz ve tarihçilerimiz bu konuya da oldukça yabancıdırlar.
Birinci Dünya Savaşı’nda müttefik Almanlarla gerçekleştirilen Çanakkale Savaşı’nda Otto Liman Von Sanders’in komutası altında savaşan İsmet İnönü, hatıralarında, Almanların niyetlerinin Anadolu’da kalıcı oldukları hissini taşıdığını söylüyor. Sizce Almanlar mı saman altından su yürütecek kadar dikkatli idiler, yoksa İnönü mü olayları okumak basiretinden yoksundu? Çünkü kendileriyle o kadar içli dışlı olduğu ve sonrasında devletin en tepesine kadar geldiği halde, ne yazık ki, onların hedefleri hakkındaki öngörüleri yavan kalmıştır.
Osmanlı Döneminde Batılı elçilerin içerideki müttefikleri istisnaları dışında gayrimüslim unsurlardı. Cumhuriyetten sonrasına baktığımızda, aslında değişen bir şey olmadığını söyleyebiliriz. Sadece bir karmaşıklık ve içerideki müttefiklerin çok renklilikleri var. Cesaretimizi toplayıp biraz daha açık yazalım… Osmanlı’daki müttefikleri arı duru gayrimüslim unsurlar iken, Cumhuriyet dönemindeki müttefikler, bunlara ek olarak, bir kısmı Balkan Savaşları esnasında ve çoğu da mübadele yoluyla getirilenlerdir. Mesela Türkiye’nin gönderdiği Hristiyanlara karşılık aldığı bu kişilerin ne kadarının Yahudi, Hristiyan, Sabataycı ve Türk-Müslüman olduklarını bilmiyoruz. Bilmediğimiz diğer bir şey de, devletin sahibinin veya sahiplerinin kimler olduğudur. Örneğin, Türkiye’de hâkimiyet hala milletin olmadığına göre, devletin sahibinin de millet olmadığını söylemek yanlış mı? Burada da söz inanca-dine dayanıp duruyor. Siz buradan devam edebilirsiniz, ama ben başka bir yoldan gideyim.
Örneğin, Selanik’ten gelip İkinci Abdülhamid’i deviren Harekât Ordusu ile başlayan ve mübadeleye kadar Balkanlardan gelenlerin-getirilenlerin Cumhuriyet in kuruluşundan bugüne kadar bürokrasiden devlete, diplomasiden siyasete ve eğitimden ekonomiye kadar hayatın birçok alanında belirleyici oldukları gibi bir gerçekliğimiz var. Ve suyundan mı, huyundan mı, yoksa Balkanlardan geldikleri ve dolayısıyla Avrupa koktukları için mi, bilmiyorum, ama Batılıların ve elçilerinin bunlarla muhabbetleri bir başka görünüyor. Nitekim dikkat ederseniz, Batılı ülkelerin ve elçilerinin Türkiye’nin iç işlerine müdahaleleri, bunların ağırlıkta oldukları bazı kesimler ve siyasi oluşumlar tarafından ya sessizlikle karşılanmakta ya da açıktan desteklenmektedir.
Toparlayacak olursak, dışarıdan olan her müdahale her zaman onur kırıcıdır. Dolayısıyla karşı koymak da her vatandaş için bir yükümlülüktür. Bunun için de yapılması gereken şey, bir taraftan kendine yeter olmak için üretmek ve diğer taraftan kendi çıkarlarını müdahale eden dış güçlerin çıkarlarıyla birleştirenlere karşı sağlıklı bir mücadele vermek ve bu bağlamda örneğin, Atatürk, Atatürk’ün ilkeleri, devlet, bayrak, millet, Türklük ve milliyetçilik gibi araçları milletin tepesinde Demokles’in Kılıcı gibi sallamalarını boşa çıkarmak…