Müdahale edilen ülke sadece Türkiye değildir. Diyebiliriz ki, her ülke kendisinden daha güçlü olan ülkelerin müdahalelerine açıktır ve her an buna maruz kalabilir.
Müdahalelerin önüne geçmek ve onları boşa çıkarmak da ancak güçlü ve donanımlı bir karşı koyma ile mümkündür. Burada önemli olan nokta, müdahale edenlerin bu güçlerini ve cesaretlerini sadece kendi öz kaynaklarından mı veya öz kaynaklarının yanı sıra o ülkelerdeki işbirlikçilerinden mi aldıklarıdır.
Türkiye için söyleyecek olursak, bu sorunun cevabı, Birinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği ve Türkiye’nin temellerinin atıldığı yıllardadır.
Şunu kabul etmemiz gerekir ki, Osmanlı Devleti mağlup taraf olduğu için, Osmanlı Coğrafyasında kurulan devletler de istisnasız birer vesayet rejimleridir. Bu ülkelerin sınırlarını çizenler, rejimlerini belirleyenler ve anayasalarını yapanlar, doğal olarak kendi vesayetlerini tanıyan kişi ve yapılarla çalıştılar ve onları iktidar yaptılar.
Galip güçlerin zerre kadar taviz vermedikleri şey, bu devletlerin adları ne olursa olsun ve bayrakları hangi renk ve sembollerle dalgalanırsa dalgalansın, kendi yörüngelerinde ve kendi vesayetlerinde kalmalarını sağlamak olmuştur.
Daha açık söyleyelim, o sıralar kurulan çok sayıdaki Arap Devleti ile Türkiye arasındaki tek fark, rejimlerinin şeklidir. Yani birinin adı krallık iken, diğerinin adı cumhuriyettir. Ama hepsi de birer vesayet rejimidir. Ve üzerinden yüz yıl geçtiği halde bu ülkelerdeki halkların hiçbiri kendi iradelerini idarelerine yansıtma gücünü elde edemediler.
Türkiye için söyleyecek olursak, milletin hala kendi iradesini idaresine yansıtamamış olmasının ve darbe anayasalarıyla yönetiliyor olmasının iki önemli nedeni vardır. Birincisi; Cumhuriyetin kuruluş sürecine müdahil olan güçlerin bu müdahalelerini bilafasıla devam ettiriyor olmaları ve ikincisi; içeride de kendi menfaatleri bu müdahaleci güçlerin menfaatleriyle örtüşen güçlü bir yapının olmasıdır.
Yukarıda da dediğimiz gibi, Osmanlı’da bu içeridekilerin bir adı vardı; Gayrimüslim…
Haliyle buradaki ilk soru, bugün itibariyle ülkemize müdahale edenlerle emel, eylem ve menfaat birliği içinde olanların kimler oldukları ve adlarının ne olduğudur.
Aslında denebilir ki, orta derecede okur ve yazar olan herkes, Osmanlı’daki Gayrimüslim bakiyelerin bugün de iş başında olup olmadıklarını veya bugünkü işbirlikçilerin dünkü işbirlikçilerin aynısı ve dahi devamı olup olmadıklarını biliyor. Fakat hepsi de susma haklarını kullanıyorlar. Öyle ki, oturup kalkıp ülkenin sahibi olduklarını kükreyen Türkler bile bu soruları es geçtikleri gibi, üzerinden yüz yıl geçtiği halde 900 yıllık dinleri İslam’ın yerine kendilerine yeni bir din ve yanına da yeni bir ata dayatılmasını bile hala sorup sorgulayamıyorlar.
Ama şunu sorup tartışabiliriz: Madem Batılıların müdahaleleri kesintisiz devam etmektedir. Öyleyse bu müdahaleler yüz yıl öncesinde iktidar, muhalefet ve toplum tarafından nasıl karşılanıyordu ve şimdi nasıl karşılanıyor?
Çok çarpıcı bir gerçekle karşılaşıyoruz: Bugün nasıl ki, içimizde Batılıların müdahalelerine selam duranlar var, o zaman da daha bir hararetle selam duranlar vardır. Ama burada dikkat çeken nokta, yüz yıl öncesinde bu müdahaleleri selamlayanlar iktidar cenahı iken, bugün selamlayanlar muhalefet cenahıdır.
O zamanlar iktidarda, toplumu Batının değerleri doğrultusunda dönüştürmek iddiasında olan ve bu uğurda Batılılarla her türlü işbirliğine hazır ve o çağdaş ülkelerin kanunlarını uygulamaya amade Mustafa Kemal vardır. Bugün de dikkat edilirse, bugün de yine bu müdahaleleri selamlayan cenah, Mustafa Kemal’in kurucusu olduğu parti ve onunla menfaat birliği içinde olanlardır.
Evet, Türkiye Cumhuriyeti 100 yaşında ve önümüzde de bu yüz yılın son seçimleri. Üzerinden yüz yıl geçmiş, ama ülkede sözü geçenler, toplumun %99u değil, ülkenin idaresine iradelerini dikte ettirenlerdir.
Peki, bu durum büyük kalabalığın lehine değişebilir mi veya bu büyük kalabalık kendi iradesini idaresine yansıtacak kadar bir azme ve dahi izzete sahip mi? Bu sorunun cevabı da kalabalığın kendisidir.