Cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden yüz yıl geçti, ama Türkiye toplumu olarak hala irademizi idaremize yansıtma gücünü kendimizde göremedik ve bunu gerçekleştiremedik. Bu yüz yılı ne yazık ki, içimizdeki azgın azınlığın tahakküm, baskı ve zulümleri altında geçirdik. Ne zaman bu doğrultuda irili ufaklı harekete geçersek, baskılarla, darbelerle ve her türlü gayri insani uygulamalarla üzerimize geldiler ve gelmektedirler. Bu azgın azınlık, dışarıdaki hamileri bir yana, her tarafımızı da bir ahtapot gibi öyle sarmış ki, kimi musalli insanları ve dahi dini cemaatleri bile kendisine hizmet ettirebiliyor.

Öyle ki, kendi eserleri olan darbe anayasasına bile saygıları yoktur. Anayasanın tanıdığı haklar çerçevesinde parti kurmamıza, seçime girmemize ve istediğimiz siyasi partilerle uzlaşmamıza ve ittifak yapmamıza bile tahammülleri yoktur. Kalıpları hazır ve hemen yüz yıl öncesindeki despot selefleri gibi terör estiriyorlar. Onlara rağmen var iseniz ve onların dayattıkları inanca ve hayat tarzına direniyorsanız, ya mürtecisiniz veya bölücüsünüz yahut birden her ikisisiniz.

%99’u Müslüman olan toplumu dönüştürmek iddiasında olanların ilk hedefi de Malazgirt Ruhunu, yani Türkleri ve Kürtleri bir, beraber ve kardeş yapan inancı milletin bağrından ve hayatından söküp atmaktı. Nitekim her türlü baskı ve gayrimeşru yöntemle bu amaçlarını büyük ölçüde gerçekleştirebildiler.

Bu çoğunluk ne zaman kendine gelmek, kendi yaralarını sarmak ve ifsat edilmiş kardeşliğini yeniden canlandırmaya yeltense, karşısında bu azgın azınlığı görüyor. Örneğin, normal şartlar altında her biri kendisini Atatürkçü, Kemalist, Apocu, Sosyalist, Ulusalcı, Laik, Marksist-Leninist, Ateist, Türkçü, Kürtçü vs. olarak tanımlayanlar ve dahası başımıza hümanist ve demokrat kesilenler, bir bakıyorsunuz, arzularının hilafına olan her gelişmede derhal aynı cephede mevzilenip saldırıya geçebiliyorlar.

Kendileri istedikleri gibi inanmak, istedikleri kişiye tanrı diye tapmak ve istedikleri gibi yaşamak yetmiyormuş gibi, başkalarının inançlarına, yaşam tarzlarına ve inançlarının ne kadarını yaşayabileceklerine müdahale etmek hakkını da kendilerinde görüyorlar. Onlara rağmen bir inancınız ve bir yaşam tarzınız olmayagörsün, hemen üzerinize çullanıveriyorlar. Bunlar yüz yıl önce de böyle idiler ve şimdi de böyledirler!

Malumumuz, her siyasi partinin hedefinde kazanmak vardır ve bunun için de kimisi tek başına ve kimisi de diğer partilerle ittifak kurmak yoluna gidiyor. Burada da bakıyorsunuz bu güruh kendisi için meşru ve hatta farz gördüğünü, hasım belledikleri için haram görebiliyor.

Yeri gelmişken, ittifak kavramından ne anladığımızı da birkaç cümle ile anlatalım. İttifak, birbirinden farkı düşüncelerde ve hatta birbirinden farklı dinlerde olan tarafların ortak çıkarları ve ortak maslahatları doğrultusunda anlaşıp hareket etmeleridir. Burada aslolan, ilkeli duruştur ve temel inanç ve ilkelerden taviz vermemektir.

Şimdi Cumhuriyetin ilk yüz yılının son seçimlerine giderken de bu azgın azınlığın bildik saldırılarını yaşıyoruz! Dediğimiz gibi, kendileri için meşru gördükleri şeyleri, başkaları da yapınca, çılgına dönüyorlar.

Örneğin, AK Parti’de bakanlık ve başbakanlık yapanların ayrılıp yeni parti kurmalarını ve Millet İttifakında yer almalarını alkışlıyorlar. 1984 yılından beridir Türkiye’ye karşı silah kullanan ve son yıllarda da ABD tarafından donatılıp eğitilen PKK’nın siyasi kanadı olan HDP’nin Millet İttifakına geçmesini bayram ve zafer tadında kutluyorlar. Ama aynı güruh, Cumhur İttifakının adayı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı destekleyeceğini ilan eden HÜDA PAR karşısında hemen çılgına dönüyorlar, o gün bugündür dur durak bilmeden kin ve kan kusuyorlar!

Tabii, bütün bunları da sözüm ona Türkiye adına, millet adına yapıyorlar. Tanımazsanız, her birini birer barış havarisi sanırsınız. Oysa Türkiye biziz, millet biziz ve onları da şimdi değil, ta kurdukları İstiklal Mahkemelerinden, şehir şehir kurdukları darağaçlarından, Konya, Diyarbakır, Zilan, Dersim ve diğer yerlerde gerçekleştirdikleri katliamlardan, Dersim’in üzerine yağdırdıkları bombalardan, mağaralara sığınan Dersimlileri fare zehri ile öldürmelerinden, kimimizi mürteci ve kimimizi de bölücü diye itham ettikten sonra her türlü zulmü yapmalarından, köylerimizi yakmalarından, evlerimizden alıp infaz etmelerinden, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz Darbelerinden tanıyoruz!

Hele hele daha dün Bekaa Vadisi’nde Öcalan’a gül uzatan ve onunla birlikte Türkiye’ye kurşun sıkan militanları denetleyen Perinçek bile yeni görevinin gereği olarak sureti haktan görünüp kendince ayar vermeye çalışabiliyor! Bir de her zamanki sorunlarımızdan biri de içimizde zayıf iradeli ve çıkarlarının kölesi olanların bulunması ve böyle durumlarda kötüler lehine harekete geçmeleridir.

Hülasa görünen o ki, bu şer cephesi, bizleri yıldırıncaya ve kararlarımızdan geri adım attırıncaya kadar bildik saldırılarını sürdüreceklerdir.

Her zaman olduğu gibi bu süreçte de dikkat etmemiz gereken nokta, duruşumuzun adil ve hakça olup olmadığıdır. Hak ve adalet üzere olduğumuz sürece, bilmeliyiz ki, güçlü biziz!

Ve bilmeliyiz ki, Türkiye’nin bekasının yolu da milletimizin özlemini duyduğu güvene, barışa ve refaha giden yol da bu azgın azınlığın ayaklarımıza vurduğu prangaları onların başına paralamaktan geçmektedir.

Öyleyse onların saldırıları bizi yıldırmamalı, aksine azmimizi ve dahi imanımızı daha adil bir Türkiye’nin inşası yolunda bilemelidir!