Alevilere tarihlerinin Kerbela’sını yaşatan rejimin Kürtlere yönelik inkâr, imha ve asimilasyon politikaları da uluslararası hukuka göre bir insanlık suçudur.
Dini aidiyetleri nedeniyle maruz kaldıkları zulümler bakımından Türklerle aynı kaderi paylaştılar ve paylaşmaktalar.
Rejimin, ötekileştirme politikasında bu kadar başarılı olmasının nedeni, etnik ve mezhebi aidiyetleri birbirine karşı önyargılı ve güvensiz hale getirmiş olması, Çorum, Maraş ve Sivas Olayları’nda olduğu gibi ihtiyaç duydukça kontrollü bir şekilde birbiriyle çatıştırması ve hepsini birbirinden korkar hale getirmiş olmasıdır. Hakeza Alevilerin Sünnilerden ve Türklerin Kürtlerden endişe duyuyor olmaları da rejimin öğrettiği-dayattığı korkunun sonucudur.
Rejimin ilk ötekileştirme hamlelerini yaptığından beridir toplum olarak öğretilmiş bir korku ile yaşıyoruz. Zaten Türklerin bugüne kadar inkâr politikalarına karşı gerekli tepkiyi vermemelerinin ve Kürtlerin haklı taleplerine şüphe ile yaklaşmalarının nedeni de bazılarının itham ettikleri gibi milliyetçi, yani ırkçı olmaları değil, bu öğretilmiş korkudur.
Çünkü içlerinde kayda değer bir sayıda milliyetçi olsa da Türkler toplum olarak milliyetçi değildir. Türklerin tarihinde de milliyetçilik yoktur. Kurdukları beyliklerde, hanlıklarda, devletlerde ve imparatorluklarda etnik aidiyetler bağlamında yer yer ve zaman zaman kimi sorunlar yaşanmış olabilir. 1789 Fransız Devrimi’nden sonra Avrupalıların dünya halklarına milliyetçiliği dikte etmelerinin nedeni, onların kendi bağımsızlıklarını edinmeleri ve başkalarının boyunduruğundan kurtulmaları için değildi. Aksine daha kolay bir şekilde boyunduruk altına almak içindi. Ki bu politikalarında büyük ölçüde başarılı da oldular.
Milliyetçiliği esas alan devletlerin, kendi içlerinde toplumsal barışlarını sağlayamadıkları gibi komşularıyla olan ilişkilerini de hiçbir zaman olması gereken düzeye çıkaramadıklarını görüyoruz. Çünkü milliyetçilik, hak gaspını ve gücü kötüye kullanmayı esas alır. İşte Türkiye olarak yaşadığımız da tam olarak budur.
Yazının başındaki soruyu burada da soralım: Rejimin ötekileri olarak bu hal üzere devam mı diyeceğiz, yoksa mücadelemizin merkezine rejimi insanileştirmeyi mi koyacağız.
Ülkenin kaderini elinde tutanlar, Cumhuriyetin ikinci yüzyılını da aynı rejimle yönetmenin hummalı çabası içinde iken, rejimin ötekileri hala öğretilmiş korkularının etkisindedirler.
Ne zaman iktidarından muhalefetine kadar bütün siyasi partilerin gündemine şu iki soruyu sokarlarsa, işte o zaman korkularını yendiklerini ve ülkenin eşit bireyleri olmak yönünde harekete geçtiklerini söyleyebiliriz:
Birincisi; Atatürk’ün bir insan mı veya tanrı mı? İkincisi; Anayasanın ilk dört maddesi ilahi, yani beşer üstü, yoksa beşeri mi?
Bu tartışmanın doğal olarak hâkimiyetin millette mi, yoksa azgın bir azınlıkta mı olduğu gerçeğini de ortaya çıkaracağı şüphesizdir.
Bakalım, ötekiler hangisinde karar kılacaklar…