Avusturya’nın ilk daimi elçisini 1510’da atadığını, 1800’lerden itibaren ise Osmanlı Devleti’nin dört bir yerinde 100’ü aşkın konsolosluk açtığını ve bunların 19’unun da Anadolu’da olduğunu yazmıştım önceki bölümde. Konsoloslukların kesin sayısı da 101 adet!
Evet, Osmanlılar 1790’lı yıllara kadar Avrupa’da bir tane bile daimi elçilik bulundurmazken ve bir de ta Kanuni’den itibaren diledikleri veya dileyen Avrupa ülkelerine ticari imtiyazlar verirken, Avrupalılar Osmanlı coğrafyasına konsolosluk- temsilcilik çıkarması yapıyorlardı! Peki, neden?
Gözünüzde şöyle bir canlandırınız: Balkanlar, Arap Dünyası, Kuzey Afrika ve Anadolu… Jeopolitik ve stratejik yönleriyle ve dahi yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla biri diğerinden önemli bölgeler… Hepsi Hasta Adam” teşhisini koydukları Osmanlı’nın elinde idi. Artık o da gidici olduğuna göre, mirasına birilerinin konmasına seyirci kalmak olmazdı! İşte Osmanlı’yı konsolosluklarla, okullarla ve misyonerlerle bir ağ gibi örmelerinin nedeni buydu.
Tabii, ellerine bu fırsatı veren şartları da oluşturuyorlardı… Mesela, 1878 Berlin Antlaşması’ndan sonra mirasta gözü olan ülkeler birbirileriyle konsolosluk açmak yarışına girmişlerdi adeta. Antlaşmanın 61. Maddesi özetle şöyle diyordu: “Osmanlı Devleti, Ermenilerin yoğun olduğu Vilayât-ı Sitte’de reformlar yapacak ve antlaşmada imzası olan ülkelerden İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Rusya bu sürece, yani reformlara nezaret edeceklerdi.”
Avusturya’nın sadece Anadolu’da 19 konsolosluğu olduğunu söylemiştik. Mesela, Rusya’nınki ise 16 tane idi. Ki hala boğuştuğumuz Ermeni Sorunu da Rusların ve bu ülkelerin eseridir. Çünkü Müslümanlarla Ermeniler arasında çıkan ilk şiddet eylemlerinin failleri de Ermeniler değil, Ruslardı.
Sizce sömürgeciliğin ve ifsadın kitabını yazan İngiltere, Fransa ve diğer ülkelerin neler yaptıklarını geçelim bilmeyi, tasavvuru bile olsun, yapabiliyor muyuz? Sizce Osmanlılar, affedilemez zaaflarının ve yanlışlarının bedelini fazlasıyla öderken, bizler bu sürecin sağlıklı bir muhasebesini onca zaman sonra bile yapabiliyor muyuz?
Peki, neden bunların hiçbiri hala mümkün değil? Çünkü biz Müslüman halklar ve ülkeler olarak hala emperyalistlerin zerk ettikleri milliyetçilik ve mezhepçilik girdabında debelenip duruyoruz! Çünkü rejimlerimizin bize dikte ettikleri tarih de onların kalemindendir. Çünkü rejimlerimiz ve anayasalarımız da emperyalistlerin ve onlarla işbirliği yapan milli ve kurucu kahramanlarımızın birer eseridir!
Bizim halimiz, emperyalistlerin sundukları milliyetçilik ve mezhepçilik kadehinden içenlerin kendilerine kolay kolay gelemediklerinin bir resmidir! Üstüne üstlük hala bu gerçekliğimizle yüzleşmeye korkuyoruz! Tabii ki, bu korkumuz, Birinci Dünya Savaşı’nın yenilen tarafı olarak bizim de müstemlekeleştirilmiş ülkelerden biri olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Çok ilginçtir; araştırmacılarımızın, tarihçilerimizin, bugünlerde bizi “Türkiye Yüzyılı” ve “İkinci Yüzyıla Çağrı” gibi merkezinde insan onurunun ve adaletin olmadığı vaatlerle oyalayan siyasilerimizin ve özellikle üniversal ismi ile müsemma olacakları yerde, hala birer askeri kışla ve birer mankurtlaştırma merkezi kalmakta ısrar eden üniversitelerimizin neden kendi gerçekliğimizle yüzleşmekten kaçtıklarına ve neden bu gerçeklere işaret edenleri hep birlikte linç ettiklerine baktığımızda da izler bizi Avrupa arşivlerine götürüyor.
Bu iddialarımı somut örneklerle ispatlamak vacip oldu artık. Onlar da bir sonraki yazıda inşallah…