Bugün sizleri sözünü ettiğim hazinelere ulaştırabilir miyim veya kıyısından köşesinden de olsa gösterebilir miyim, bilmiyorum.
Ama evvela Osmanlı ve Avusturya’nın iddiaları ve temsil ettikleri inanç hakkında birkaç söz. İkinci olarak bu arşivleri, diğer bir ifade ile bu hazineleri kendilerine borçlu olduğumuz elçilere dair birkaç cümle…
Osmanlılar kendilerini İslam’ın savunucusu, yayıcısı ve dünyaya nizam veren güç olarak tanımlarken ve bu amaçla Avrupa’ya akınlar düzenlerken, Habsburglar da kendilerini Hristiyanlığın savunucusu ve Hristiyan dünyanın hamisi ve kalesi olarak görmüşlerdir. Tabii, Osmanlıların İslam’ı ve Habsburgların da Hristiyanlığı ne ölçüde temsil ettikleri ve icraatlarının kendi dinleriyle ne kadar örtüştüğü ayrı bir konudur. Fakat her iki tarafın da hareket noktasının din ve din adına olduğu şüphesizdir. Bu özellikleri doğal olarak arşivlerdeki belgelerde de bariz bir şekilde görülebilmektedir. Dolayısıyla onların arşivlerine rengini veren de bu özellikleridir.
Osmanlı-Avusturya diplomatik ilişkileri birbirinden oldukça farklı bir düzeyde seyretmiştir.
Osmanlılar, uluslararası ilişkileri uzun süre geçici elçilikler üzerinden sürdürmüşlerdir. Üçüncü Selim (1789-1807) zamanında ancak daimi elçilik bulundurmaya başlamışlardır. Fakat bunu da sağlıklı bir zemine oturttukları söylenemez. Dolayısıyla gerek geçici ve gerekse daimi elçilerin arşivlerimize katkıları oldukça azdır. Bu katkılardan biri de az sayıdaki sefaretnamelerdir.
Osmanlı cenahı için asıl sorun, ister daimi olsun isterse geçici, elçilerin belki genelinin yetersiz oluşlarıdır. Örneğin, Üçüncü Selim’in Seyyid Ali Efendi’yi daimi elçi olarak Paris’e gönderdiği günlerde Fransa da Mısır’ı işgal etmeye hazırlanıyor. Bütün Avrupa bunu konuşuyorken, elçinin Babıali’ye aksi yönde bilgi vermesi üzerine, Üçüncü Selim de “ne eşek herif imiş” demekten kendisini alamamıştır.
Bu ve benzeri özellikleri nedeniyle arşivlere katkıları bakımından iki ülkenin elçilerini birbiriyle karşılaştıramıyoruz. Çünkü Osmanlı elçilerinin bu bağlamda arşivlerin oluşumunda bir katkıları yoktur. Osmanlıların böyle hayati bir konuyu önemsememeleri de doğal olarak kendilerine çok pahalıya mal olmuştur.
Genelde Avrupalılara ve özelde Avusturyalılara gelince… Elçilik konusunu da başından beri çok ciddiye aldıkları ve bu ihtiyacı giderecek kurumlar oluşturdukları görülmektedir.
Örneğin, ilk daimi elçisini 1510 yılında Babıali’de bulundurmaya başlayan Avusturya, bununla yetinmemiş ve 1754 yılında “Doğu Dilleri Akademisi”ni kurmuştur. Ki bugün dünya çapındaki saygınlığı ile maruf olan “Diplomatische Akademi Wien” de onun devamıdır.
Avusturya, daimi elçilikle de yetinmemiş ve 18. Yüzyıldan itibaren Osmanlının dört bir yerinde peş peşe konsolosluklar ve değişik düzeylerde temsilcilikler açmıştır.
Ki bunların sayısı üç, beş ve on tane ile sınırlı değil. Avusturya’nın sadece Anadolu’daki konsolosluklarının sayısı 19’dur. Osmanlı topraklarındaki konsolosluk sayısı ise 100’den fazladır!
Bunlara bir de sayılarını bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz misyonerleri, öğretmenleri, tüccarları, seyyahları ve ajanları ekleyiniz. Ve hepsinin de hem kutsal bir görev aşkı ve bilinciyle ve hem de birbiriyle uyum içinde hayatın her alanına dair bilgi topladıklarını ve bu bilgilerin çoğunun da şimdi bir adım ötemizde olduğunu düşününüz.
İnşallah haftaya da bu adımı atıp o hazinelerimize dokunabiliriz artık.
Avusturya arşivlerinde keşfedilmeyi bekleyen hazinelerimiz var-2
Dr. Bekir Tank