12 yılın sonunda tekrar Viyana’dayız.
Bilmeyenler de öğrenmiş olsunlar; Viyana, yine “dünyanın en yaşanabilir” şehri, yani dünyanın en emin beldesi olarak seçildi. Biz de istedik ki, bu vesile ile bir karşılaştırma yapalım.
Emin belde; güvenin, barışın ve refahın olduğu her yerdir. Kulübe gibi en küçük mekândan başlayarak ev, mahalle, şehir ve ülke… Nerede bu dediğimiz değerler varsa, orası emin beldedir.
Şu soru ile devam edelim: Neden dünyanın en yaşanabilir şehri, sakinlerinin hemen hemen hepsinin veya ezici çoğunluğunun Müslüman oldukları Mekke, Kahire, Bağdat, Tahran ve İstanbul değil de sakinlerinin ezici çoğunun gayrimüslim oldukları Viyana en yaşanabilir bir belde? Sadece bu soru bile bu konu üzerinde durmamızı ve bir özeleştiri yapmamızı bize farz kılıyor.
Çünkü dilimizden düşmediği ve birbirimizle karşılaştığımızda da ağzımızdan çıkan ilk kelime “selam” olduğu halde, neden parmakla gösterebildiğimiz emin bir beldemiz yoktur?
Evet, düşmanlarımızın birçok ülkemizi işgal ettikleri, talan ettikleri, öldürdükleri ve her şeyimizi harabeye çevirdikleri doğrudur. Fakat bütün bunlar şimdiki halimizi mazur görmemiz için yeterli bir neden değildir. Bugün emin bir beldemiz yok, yüz yıl öncesinde de kendisiyle övüneceğimiz emin bir beldemizin olmadığını görüyoruz.
Zaten Ziya Paşa’nın yüz yıl önce resmettiği halimiz de şimdikinin aynısı değil mi?
İşte o beyit:
“Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kâşaneler gördüm,
Dolaştım mülk-ü İslam’ı, bütün viraneler gördüm.”
Ziya Paşa’nın “küfür diyarı” dediği Avrupa’dır. İslam diyarı ise, malum, biz Müslümanların ülkeleri… Avrupa ülkeleri son bir yüz yıl içinde iki kez dünya savaşı yaşadılar ve her ikisinde de deyim yerindeyse, yerle yeksan oldular. Ama kısa zamanda toparlanmayı ve dünyanın en yaşanır beldeleri olmayı da başardılar.
İşte biz Müslümanlar için de soru ve sorun tam burada başlıyor. Adı “emin”, “selam”, “barış”, “hak” ve “adalet” olan bir dine inananların yaşadıkları beldeler baştanbaşa virane ve küffarın beldeleri baştanbaşa abat!
Avrupa ülkeleri sadece abat değil, aynı zamanda bizimkilere nazaran daha güvenlidirler. Ve bu güven de yine sadece can güvenliği ile sınırlı değil. Mal güvenliği açısından da arada büyük bir fark vardır.
Mesela, ikisi de yüzlerce yıl boyunca imparatorlukların atan kalpleri olan Viyana ile İstanbul!
Viyana’da Türklerin sayısı belki 50-60 bindir, ama adı Türkçe olan irili ufaklı işletmelerin bulunmadığı bir tane cadde yok neredeyse… Arapçasından Farsçasına ve Kürtçesine, Sırpçasından Çincesine ve Rusçasından Hintçesine kadar tabelalar görmek çok sıradandır. Dahası var; toplu taşıma araçlarında da durak yerleri ve ilanlar çok sayıda dil ile yapılmaktadır. Yani yârim saat içinde birkaç dili duyabiliyorsunuz.
Bir de ne korna çalanı olur ve ne de aracında sopa, bıçak ve satır bulunduranları. Ne ışık ihlalleri ve ne de yayalara saygısızlık…
Peki, Cumhuriyet öncesine kadar onlarca dilin konuşulduğu, onlarca değişik dilde yayın organlarının olduğu ve kimsenin dininden, milliyetinden, renginden ve dilinden dolayı kınanmadığı İstanbul bugün öyle mi? Cumhuriyetin banisinin ilk icraatlarından biri de dillerin yasaklanması ve Türkçe dışında konuşanların cezalandırılması değil miydi?
Bugünün İstanbul’u da maalesef aynı insanlık suçu ile maluldür: Arapça tabelalar indirilebiliyor, Müslüman hanımlar örtülerinden dolayı hakaretlere maruz kalabiliyor. Taksicilerin ve esnafın alışverişte saldığı güvensizlik, sıradanlaşan yolsuzluklar ve daha nice olumsuzluklar…
Tekrar soralım; güven vermede ve güven öldürmede neden bu kadar büyük bir fark?