Amacım, hem yaşamımızdaki hıza ve hem de bu hızın bizi götürmekte olduğu menzillerden biri olan ölüme dikkatlerimizi çekmektir. Fakat içine ölüm girdiği için mi, nedense, zihninden geçen düşünceleri yazıya dökerken, kelimeler birbirine sıkışıyor ve onları tane tane döküp cümle kurmakta zorlanıyorum. Elan devam eden bir taziyede bulunuyor olmanın da mutlaka bunda etkisi vardır.
Ölüme nasıl bir anlam yüklersek yükleyelim ve ölümü kendimiz için ne kadar uzak veya yakın görürsek görelim, ona dokunmadan yaşamanın çabası içindeyiz. Ölümü inkar edenlerimizi de katarak söyleyeyim, aslında hepimiz er ya da geç öleceğimizi biliyoruz, ama buna rağmen çabalarımızı yaşamak yönünde harcıyoruz. Yaşamak yönündeki bu çabalarımızın bizi aslında ölüme doğru götürdüğünü veya yaşıyorken, er ya da geç, ölümle karşılaşacağımızı ve bu karşılaşmanın bizim ölümümüz olacağını da biliyoruz. Biraz düşündüğümüzde ve dahi etrafımıza biraz baktığımızda, dört bir yanımızın ölüm olduğunu ve hatta ölümün içimizde olduğunu da görüyoruz. Fakat ölüme o kadar büyük bir hızla gidiyor olmamıza rağmen farkında değiliz. Bu yolculuktaki hızımız, belki bir ışık hızındadır ve hatta ondan da hızlıdır. Ama hayattan aldığımız haz, -ki bu, meşru da olabilir, gayrimeşru da- bizi bu hızı idrak etmekten alıkoyuyor.
Bütün bunları biliyor ve görüyoruz, ama asıl önemli olan, bunun bizi nasıl etkilediği ve hangi yöne doğru götürdüğüdür.
Tattığımız ölümün görevi veya işlevi, bir halden diğer bir hale geçiştir. Ölümün bu yakasında yürüdüğümüz iki ayrı yola karşılık, ölümün öte yakasında iki ayrı yer, iki ayrı konak vardır.
Ancak hangisinde konaklayacağımızı artık biz değil, çıkınımızda olan, yani amel defterimiz belirleyecektir. Hem de hiç beklemeksizin ve bekletilmeksizin...
Fakat şu bir gerçek ki, dünyayı güzel yaşayanların, yani fıtratlarıyla barışık yaşayanların konağı da güzel olacaktır.