Önceki bölümlerde, peygamberimizin vefatı ve Hz. Ebubekir’in hilafeti ile birlikte Müslümanların iktidarının başladığını söylemiştik. Bu demektir ki, 1390 yıldan beridir peygamberimiz, başkanımız, komutanımız, hakemimiz ve yaşayan Kur’an’ımız Hz. Muhammed aramızda yoktur. Aramızda Peygamber yok, ama ister, “Peygamber, bize Kur’an’ı ve Sünnetini emanet olarak bıraktı” veya ister “Peygamber, bize Kur’an’ı ve Ehlibeytini emanet olarak bıraktı” diyenlerden olalım, hepimiz için bağlayıcı olan Kur’an nazil olduğu gibi elimizdedir.

Dolayısıyla Müslümanların iktidarının da Peygamberinki kadar olmasa bile, her daim adalet, izzet ve kısaca iyilik tarafının ağır gelmesi gerekir. Ki bu da ifadesini İslam’ın herkes için sağladığı can, akıl, mal, nesep ve inanç güvenliğinde bulur! Kur’an’ın iman edenlere emri açıktır: “Ey iman edenler! Allah’a itaat ediniz. Peygamber’e itaat ediniz ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz ediniz. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” Bu emir, Peygamberin vefatından sonrası için de aynen geçerlidir. Çünkü Müslümanların elinde Kur’an vardır. Dolayısıyla Müslümanlar işlerini-sorunlarını ister Kur’an ve Sünnete götürsünler veya ister Kur’an ve Ehlibeyte, alacakları sonuç her halükarda zulümden beri olacaktır ve hiç kimsenin canına, malına, aklına, nesebine ve inancına bir tecavüz olmayacaktır!

Bu noktadan baktığımızda, İslam’ın diğer adının da adalet olduğunu görürüz. Müslümanların ilk 30 yılı bu anlamda adildir ve dolayısıyla başarılıdır. Bir hata, bir yanlış ve ilkelerden bir sapma gördüklerinde, failinin halife mi veya başka biri mi olduğuna bakmaksızın müdahale ettiler. Onların en büyük başarıları, Allah’ın hükümlerini her şeyin üstünde tutmuş olmalarıdır. Zaman zaman Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin arasında ihtilaflar çıktı ve birbirilerini eleştirdikleri de oldu. Örneğin, Hz. Osman’ın Mervan’ı affetmesi, hata olarak görülen ve dolayısıyla eleştirilen eylemlerden sadece bir tanesidir. Ama asr-ı saadet Müslümanlarının şu özelliklerini de daima aklımızda tutmamız gerekir: Onlar kişilerin ailevi ve kavmi aidiyetlerini, zenginliklerini ve makamlarını değil, Allah’ın hükümlerini esas alıyorlardı. Onlar birbirileriyle istişareyi ve dayanışmayı zaman ihmal etmiyorlardı. Onlar merhameti birbirilerine ve şiddetleri de küffara karşı idi. Bazılarımız her ne kadar sahabeyi hata, yanlış ve günah ile birlikte anmayı yadırgasalar bile, İslam olaya öyle bakmıyor. Kaldı ki, sahabe de bizden kendilerini her türlü hata ve günahtan münezzeh görmemizi beklemiyor.

Çünkü inancımıza göre, peygamberlerin dışında kalan herkes meleklerden daha üstün bir konuma yükselebileceği gibi, hayvanlardan daha aşağı bir derekeye de düşebilir. Zaten İslam’ın ikaz, ihtar ve ceza içeren hükümleri de Müslümanların işledikleri hatalar ve haramlar için değil mi? Öyleyse bize düşen görev, bir yandan dilsiz şeytanlardan olmamak için haksızlık karşısında sesimizi yükseltirken, diğer yandan da “zalim de olsalar Müslüman kardeşlerimize hakkı tavsiyede ve kötülüklerden alıkoymada yardım etmektir.” Bu da kim olduklarına bakmaksızın herkesi söylediği söze ve işlediği amele göre tanımlamak ve değerlendirmekle mümkündür. Müslümanların iktidarına inşallah Emevilerle devam edeceğiz…