Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ebubekir’in halife olmasıyla birlikte başlayan iktidarı Müslümanların iktidarı olarak tanımlıyoruz. Ki Müslümanların bu iktidarı kıyamete kadar devam edecektir. Ve bu iktidarlar İslam’ın hükümlerine riayet ettikleri ölçüde Müslümanlar izzeti yaşarken, İslam’dan uzaklaştıkları ölçüde de zilleti yaşamışlardır. Şimdi de böyledir ve bundan sonra da böyle olacaktır.
Peygamberin vefatı, Müslümanlara hem duygusal şoklar ve hem de bazı kitlesel sapmalar da yaşattı, ama hemen üstesinden gelebildiler. Bu duygusal şoklardan biri, peygamberin vefatının yol açtığı duygusal tepki idi. Müslümanlar O’nun varlığına ve kısaca her şeyine o kadar alışmışlardı ki, O’nsuz bir dünyayı düşünmek bile istemedikleri, verdikleri tepkilerden anlaşılmaktadır. Örneğin, vefat haberini duyan Hz. Ömer, kılıcını çekip, "Her kim Muhammed öldü derse boynunu vururum" dediğinde, cevabını Hz. Ebubekir verdi: ''Kim Muhammed'e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim Allah'a tapıyorsa bilsin ki, Allah daim ve bâkidir."
Sapma ise, bazı Müslümanların irtidat etmeleri ve bazılarının da zekât vermeyi reddetmeleridir. Ki Halife Hz. Ebubekir bu sorunların da üstesinden geldi.
Ölüm haktır ve buna teslim olmak da imanın bir gereğidir. Ama Peygamberin yaşıyor olması ile vefatı arasındaki farkın çok büyük olduğu da şüphesizdir.
Peygamberin olmayışı özetle şu demekti: Artık bundan sonra Müslümanların başında ve içinde onları vahiy ile doğrudan muhatap kılan ve onlarla birlikte vahyi, yani Kur’an’ı yaşayan ve yaşatan peygamberleri olmayacaktı. Ve bundan sonra artık peygamberle değil, O’nun getirdiği vahiy ve bu vahiy doğrultusunda geçirdiği hayat-sünnet ile muhatap olacaklardı. İhtilaflarını da Peygambere değil, O’nun bıraktığı emanetler olan Kur’an ve Sünnete veya Kur’an ve Ehlibeyte götüreceklerdi.
İşte bir ihtilaf… Peygamber ümmetine Kur’an ve Sünneti mi bıraktı yoksa Kur’an ve Ehlibeyti mi? Peygamberin artık olmayacağı bir dünyanın ne kadar zor olduğunun en büyük göstergesi, çıkan ihtilafların çözümünde veya nasıl çözüleceğinde kendisini gösterdi.
Peygamberimiz, ihtilaf hakkında konuşmuş ve tanımını da “rahmet” olarak yapmıştı.
İhtilaf, insanın fıtratında vardır ve dolayısıyla hayatının da bir parçasıdır. Dolayısıyla birden fazla kişinin olduğu bir yerde ihtilaf da mutlaktır. İhtilafları sadece din ile ve dini konularla sınırlı görmemek gerekir. Yapacağımız yemeklerde, ev için seçeceğimiz renklerde ve kısaca hayatımızın her alanında ihtilaf yaşarız. İhtilafları işin ruhuna, fıtratına ve tabiatına uygun olarak çözdüğümüz sürece hepsi bize rahmet olarak dönerler. Aksi halde ihtilafların sonucu azaptır, gazaptır, zulümdür, elemdir, kederdir, sefalettir, fitnedir ve fesattır.
Bu nedenledir ki, biz Müslümanların ihtilaflarımızı rahmet tadında çözmemiz gerekir. Ki bu aynı zamanda imanî bir yükümlülüktür.
İlk dört halifeye baktığımızda, bunda başarılı olduklarını görüyoruz. Çıkan sorunları çözmede ve ihtilafları rahmet çerçevesinde gidermede, gerçekten de “bir binanın tuğlaları gibi birbirleriyle kenetlenmişlerdi.”
Peki, hiç mi hataları yoktu veya hiç mi yanlış yapmadılar? Hata ve sahabe? Yanlış ve sahabe? Onlar hiç hata ve yanlış yapmadıkları ve hiç günah işlemedikleri için mi o yüceliği yakaladılar yoksa yaptıkları hata ve yanlışları ve işledikleri günahları hemen bırakıp, adaletle hükmettikleri ve kısaca İslam’ı her türlü dünyevi çıkarın üstünde tutup yaşayarak mı? Ne ile ve hangi güç ile ve dahi hangi değerlerle “saadet” ile anılan bir asrı insanlık tarihinin kalbine yazdılar?
İnşallah devam edeceğiz.