Bugün sekiz milyon nüfusu olan Avusturya, yıllardır koalisyon hükümetleriyle yönetilmektedir. Koalisyonun büyük ortağı Avusturya Halk Partisi (ÖVP), küçük ortağı da Yeşiller (Die Grünen) Partisidir. Doğal olarak Başbakan da büyük ortaktandır. Genç yaşına rağmen siyasetin basamaklarını hızla çıkıp Başbakanlık koltuğuna oturan Sebastian Kurz, adının karıştığı yolsuzluklar nedeniyle 9 Ekim 2021’de istifa etmek zorunda kaldı. Kurz’tan boşalan koltuğa Alexander Schallenberg oturdu. Ancak Schallenberg de iki ayını bile dolduramadan istifa edince, 6 Aralık’ta Karl Nehammer görevi devraldı.
Evet, bir ülke düşünün ki, üç ay içinde üç başbakan değişiyor, ama ne darbe oluyor ve ne de orduyu yönetime el koymaya çağıran partiler var. Muhalefet partileri de iktidar adayıdırlar ve görevleri gereği eleştirilerini yapıyorlar. Etkili muhalefet yapıp yapmadıkları ayrı bir konu, ama Türkiye’dekinden farklı bir özellikleri var; şiddete başvurmuyorlar. Yakıp yıkmak için sokaklara çağırmıyorlar. Örneğin, bazen erken seçim çözümdür. Ama buradaki muhalefet partilerinin erken seçim istedikleri bile yoktur. Çünkü bunun şimdikinden daha başarılı bir hükümeti çıkaracağından emin değiller. Toplumda da olağanüstü bir durum yok. Herkes hayatını kendi doğal seyri içinde sürdürmektedir. Yani herkes işinde gücündedir. Saatlerini boş tartışmalarla ve TV kanalları arasında geçirip kimlerin ne dedikleriyle vakit kaybetmiyorlar. Nihai sözleri söyleyecekleri yerin sandık olduğunu biliyorlar.
İnsan sormadan edemiyor, ya Türkiye’de üç ay içinde üç başbakan değişseydi?
Gezi türü yakıcı, yıkıcı ve öldürücü eylemler… 6-7 Ekim Olayları… Sokak çatışmaları… Kaostan daha fazla beslenen sermaye odaklarının faaliyetleri… Darbe çığırtkanlıkları… Ve belki de bir darbe…
Bunun nedenlerini her iki ülkenin sistemlerinde aramak gerekir.
Türkiye ile Avusturya birer imparatorluk bakiyesidirler. Birbirilerine karşı birçok kez savaşan iki imparatorluk, son savaşlarını birbirileriyle ittifak kurarak İtilaf Devletlerine karşı yaptılar. Ama bu savaş ikisinin de sonu oldu.
1918 yılında kurulan Avusturya, Hitler tarafından ilhak edildiği 1938 tarihine kadar kayda değer bir kalkınma gerçekleştirdi. 18 yıl boyunca önce Almanya’nın ve sonra da galip devletlerin boyunduruğunda kaldı. Ama 1955’te yeniden bağımsızlığına kavuştuktan kısa bir süre sonra Avrupa’nın diğer birçok ülkesi gibi dışarıdan on binlerce işçi istihdam edecek bir güce ulaştı.
Osmanlı’daki diğer halklar bir şekilde yollarını ayırıp devletlerini kurarken, Türkler ve Kürtler, son işgali de Malazgirt ve Çanakkale ruhu ile savıp, 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular.
Türkiye, Avusturya’nınki ile kıyaslanamayacak kadar böylesi zengin bir mirasın üzerinde kuruldu, ama Mustafa Kemal bu zenginliğe zenginlik katmak ve diğer ülkelerle yarışırcasına üretmek ve kalkınmak yerine, yeni bir toplum yaratmayı tercih etti.
Bu nedenledir ki, örneğin, İtalya, Almanya ve Avusturya gibi ülkeler üretim ve kalkınma devrimi gerçekleştirirken, Mustafa Kemal tercihini İslam dışı bir toplum oluşturmaktan yana koydu. Toplumun dini, etnik ve mezhebi aidiyetleri üzerinden ayrıştırılması, insanların “mürteci” ve “bölücü” olarak tanımlanıp ölüm dâhil çeşitli cezalara çarptırılmaları… “Çağdaş uygarlık adına” ülkeyi işgal edenlerin yasalarının halka dayatılması… Emirle kurdurulan parti dâhil, bütün partileri kapatılması… Üretenleri devlet desteğiyle ödüllendirmek yerine, Nuri Demirağ ve Nuri Killigil örneklerinde olduğu gibi, onları tasfiye etmek… İstiklal Mahkemeleri… Darağaçları… Katliamlar… Sürgünler… İnkâr politikaları ve daha nice antidemokratik uygulamalar ve insanlık suçları Cumhuriyet Halk Partili yılların eserleridir.
Nasıl ki, bir zamanlar Mustafa Kemal, duvarında “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazılan Meclisin kürsüsünde, milletin vekillerinin gözlerinin içine baka baka, “ihtimal bazı kafalar kesilecektir” diye tehditler savurduysa, bugünkü halefleri de hala o ruh ile yaşamaktadırlar. Bu ruh bu hukuk dışı gücünü de tanrısal bir dokunulmazlığa büründürülen anayasadan almaktadır. O gün bugündür bir zümrenin tahakkümü kesintisiz bir şekilde devam ettiğinden, hangi parti iktidar olursa olsun, son söz onlarındır. Hangi hükümet ve hangi lider milletten aldığı emanetin hakkını vermek amacıyla bu zümrenin sınırlarını zorlamışsa, ya soluğu darağacında almış veya düşürülmüş yahut kendisine karşı her türlü saldırı yapılmıştır.
Örneğin, seçimle geldikleri için, Türkiye’deki hükümet ile Avusturya’daki hükümet aynı derecede meşrudurlar. Seçimle geldilerse, seçimle götürülmelidirler.
Avusturya’da işler böyle gidiyor. Bunun içindir ki, üç ay içinde üç başbakan değişti, ama ne muhalefet şiddete başvurup darbeden söz ediyor, ne ordu homurdanıyor ve ne de ülkenin TÜSİAD gibi zenginleri hükümete parmak sallıyor. Herkes işinin başındadır. Ve hükümet ile olan hesabını da sandıkta görecek.
Ya Türkiye? Meşru hükümeti devirmek için denemedikleri gayrimeşru yöntem kaldı mı?
Doğrusu ben de mevcut hükümetin birçok icraatını tasvip etmeyenlerdenim. Ve yeri geldikçe eleştirilerimi söylemekten ve yazmaktan da geri kalmıyorum. Ama meşru hükümete yönelik her gayrimeşru eylemin karşısında olmayı da bir vatandaşlık görevi olarak biliyorum.
Eğer Türkiye, nüfusu 8 milyon olan Avusturya’nın 10 katı olduğu halde, hala vatandaşlarını oraya işçi olmaya mahkûm eden bir ülke ise ve eğer üretim ve ihracatta hala Avusturya’dan geri ise, hükümetle birlikte bu köhnemiş sistemi ve bu darbe anayasasını da sorgulamamız gerekmez mi?