Ölüm de hayat gibi ve hayat kadar gerçektir. Fakat bütün çabalarımızı yakalanmamak için harcadığımız; ama ona er ya da geç yakalanacağımızı ve yakalandığımızda ise hayatımızın sonlanacağını bildiğimiz bir eylemdir ölüm.

Yani ben öleceğim… Yani sen öleceksin… Yani o ölecek… Ve yani hepimiz öleceğiz…

Ölüme yakalanmamak için ne yaparsak yapalım ve yüzümüzü hangi yöne çevirirsek çevirelim, yolumuzun bizi ölüme götürdüğünden eminiz. İster hayatı ve ölümü yaratan Allah’a inananlardan olalım veya ister inanmayanlardan, hepimiz ölümün hayatımızı sonlandıran bir eylem olduğundan müttefikiz. Fakat ayrılığımız da tam buradan başlıyor. Ölümün mutlaklığı biz insanları ana hatlarıyla ikiye ayırıyor.

Hayatı ölüme doğru giden bir yol, bir koşu olarak da tanımlayabiliriz. Peki ya bu gidişin veya bu koşunun hızını hiç düşündük mü? Fazla değil, birazcık düşünürsek, bu hızın yüksekliğinden ürpereceğimiz şüphesizdir. Çünkü bu gidiş hızımız bir ses ve bir ışık hızından bile daha fazladır. Örneğin, yaşım şimdi 56. Elli altı… Yaşımı, yaşadığım zamanı ve yaşadığım her şeyi telaffuz etmek sadece iki saniyemi alıyor. Yani her birimiz kaç yılı geride bırakmış olursak olalım, nasıl bir hayatı yaşamış olursak olalım, onun telaffuzu iki saniyemizi alıyor. Veya en fazla üç saniye… Oysa biz geçirdiğimiz bu hayata iyi veya kötü, acı veya tatlı neler sığdırmadık ki…

Ölümü biliyoruz… Ölümü hissediyoruz… Ölümü konuşuyoruz… Ve bu hayat yolculuğu boyunca hep ölümler görüyoruz. Kimisinin ölümüne üzülürken, kimisininkine seviniyoruz. Ama nedense ölümü kendimizden hep uzak görüyoruz. Bizden uzak olmadığını ve hatta bizimle olduğunu bile bile kendimizi ölümden uzak sanıyoruz. En azından kendimizi o şekilde inandırmaya çalışıyoruz. Çünkü hayat bir yönü ile ne kadar zor olsa bile, diğer yönü ile sahip olduğumuz, sahip olmak istediğimiz veya yitirmek istemediğimiz şeylerden ötürü hayattan kopmak istemiyoruz.

İnsan bir kez ölüm üzerine düşünmeye görsün, aklına neler gelmiyor ki! Niye hayata geldik? Niye ölüyoruz? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Kimdir bütün bunları evirip çeviren? Kimdir bütün bunları ve daha fazlasını sevk ve idare eden? Kendisine onca güvendiğimiz bilgimiz ve gücümüz neden bazı gerçekler karşısında bir hiç oluveriyor?

Soruların ardı arkası gelmez…

Biz insanların aklı vardır; düşünmek ve muhakeme etmek gibi melekelere sahibiz. Sorularımıza kendimizce cevaplar da buluyoruz. Zaten eylemlerimiz de bir bakıma bu cevapların bir tezahürüdür. İnsanların birbirinden farklı düşünmeye ve farklı inanmaya başlamaları ve birbirinden ayrılmaları hayata, ölüme, hayatın içindeki ve dışındaki her şeye dair yönelttikleri sorular onlarda bir inanca ve amele-eyleme dönüşüyor. Örneğin, İbrahim’in soruları ve sorgulamaları onu her şeyin yaratıcısı olan Allah’a götürürken, Nemrut’unki ise onu başka bir yöne götürebiliyor. Bu, hepimiz için aynıdır.

Fakat insanoğlu ister kabul etsin veya ister inkâr etsin, onu hiçbir zaman yalnız bırakmayan ve ona şahdamarından da daha yakın olan bir ilah, bir tanrı vardır. İnsanlar özgür iradeleriyle yönelttikleri sorular onları ya o ilahı tanımaya ve ona teslim olmaya götürür veya ona isyana…

Yönelttikleri sorularla ilmel-yakin, aynel-yakin ve hakkal-yakin olarak “Allah’tan geldikleri ve yine O’na dönecekleri” sonucuna varanlar için ölüm de mukadderdir. Mukadder olan bu ölümün sadece geçici olan dünyada yaşadıkları süre boyunca işledikleri iyi ve kötü amelleriyle birlikte diğer dünyaya bir geçiş eylemi olduğunu da kavrarlar. Ölüme olan bu türdeki inançları ve onu böyle kavramaları onları dünyada iken iyi olmaları; haddi aşmamaları, ölçüyü kaçırmamaları, kötülüğe ve kötülere karşı mücadele etmeleri gerektiği bilincini de verir. Bu bilinçte olanların ölümden korkuları sadece yaşarken yükümlülüklerinin gereklerini yapmadıkları orandadır. Bunun içindir ki, zaman zaman gaflete ve zaafa düşseler bile, bütün çabalarını iyi amelleri işlemek yönünde yoğunlaştırırlar.

Akıllarını, düşünme ve muhakeme melekelerini yaratıcıyı devre dışı bırakmak yönünde kullananlar için ise ölüm, onların dengelerini büsbütün bozan bir şeydir. Ölümün kaçınılmaz olduğunu bilmesine bilirler, ama hayatı olduğu gibi ölümü de yaratan mutlak güce teslim olmak yerine, ona isyan etmeyi seçerler.

Hayat biz insanları tek bir gaye etrafında birleştirmeye yetmediği gibi, ölüm de buna yetmiyor. Ölüme rağmen her birimiz irademizi istediğimiz yönde kullanabiliyoruz. Bu hayat da niteliği bakımından ya izzettir veya zillet. Bunlardan hangisini yaşadığımız da ölümü ne ölçüde anladığımıza ve onu yerli yerine oturtup oturtamadığımızla doğrudan ilgilidir.

Gördüğünüz gibi, işin içinde ölüm olunca, fikirlerimiz, ellerimiz ve ayaklarımız da birbirine dolanıyor ve toparlanmak da zor olabiliyor. Sonuç olarak ölmesine öleceğiz, ama önemli olan, ölümü nasıl bir hal ile karşıladığımızdır. Karşılamanın da en güzeli onu izzet ile karşılamaktır. Allah bizi hayatı izzetle yaşayanlardan ve ölümü izzetle karşılayanlardan eylesin.