Türklerin ne zaman, niçin ve nasıl Mısır’a gittiklerini-götürüldüklerini araştırdığımızda, kaynaklar bizi IX. Yüzyıla götürüyor. İyi savaşçı olmaları nedeniyle Asya’dan ve Kafkaslardan bazı Türkler, Çerkezler vd. insanlar Mısır’a köle olarak götürülmüşlerdir. Bu köle savaşçıların ne kadarının Türk ve ne kadarının Abhaz, Çerkez ve Gürcü gibi diğer halklardan oluştukları da ayrı bir konudur. Ama şu bir gerçektir ki, bunların kayda değer bir kısmı Türk idiler. Hatta bunların bir kısmı-tıpkı daha sonraları Osmanlıların Balkanlarda yaptıkları gibi bazılarını çocuk yaşta alıp eğitmişler ve ordularına katmışlardır. Kaynaklara “memeluk-memluk”, yani “mülk edinilmiş” olarak geçen bu insanlar zamanla gerek bürokraside ve gerekse askeriyede etkili olmuşlar ve 11. Yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde ise devlet olmuşlardır. Selahattin Eyyubi’nin vefatından sonra eski gücünü yitiren Eyyubi Devleti’ne de son veren Memlukler, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı aldığı 1517 yılına kadar Mısır’daki hükümlerini sürdürmüşlerdir.
Biz de istedik ki, bundan yarım yüz yıl önceden başlayarak kitleler halinde Avrupa’ya işçi olarak götürülen-giden Türkleri Memluklerle karşılaştıralım ve bugün itibariyle milyonlarla ifade edilen Avrupa Türklerinin yönlerinin yok olmaya mı veya Avrupa’da bir güç olmaya mı doğru olduğunu sorgulayalım. Elbette ki kölelik statüsü ile işçilik statüsü arasında haddizatında bir fark vardır. Ama Türklerin kendi ülkelerinde iş bulamamaları nedeniyle gitmek zorunda kalmaları ve Türkiye’nin “saldım çayıra, Mevla’m kayıra” misali bu vatandaşlarının sorunlarıyla neredeyse hiç ilgilenmemesi, Avrupa’da “yabancı” ve Türkiye’de “Almancı” muamelesi görmeleri ve daha nice sorunlar göz önünde bulundurulduğunda, yaşadıkları bu hale bir çeşit “modern kölelik” de denebilir.
Unutmadan söyleyelim, “Avrupa’daki Türkler” derken kastettiklerimiz, Türkiye Cumhuriyeti Pasaportu ile Avrupa’ya giden herkestir. Dolayısıyla Kürtler de buna dâhildir. Avrupa genelinde sayıları on binlerle ifade edilen Türkiye Süryanileri de var. Ama onların konumu temelde Türklerinkinden farklıdır. Bunun en bariz örneği, Avrupa ülkelerinin Süryanileri kendilerinden görmeleridir. Bu ve benzer nedenlerden dolayı buradaki değerlendirmemizin dışında kalıyorlar.
Bugün itibariyle bundan 60 yıl öncesinden başlayarak Avrupa’ya giden ve orada doğanlarla birlikte en az 5 milyon Türk vardır. Yine konumuzun dışında olmakla birlikte Balkanlar’da yaşayan ve sayıları 3 milyonu aşan Türkleri de unutmamak gerekir. Çünkü sadece ırkdaş ve dindaş olmaları bile onları birbirine yaklaşmaları ve birlikte bir gelecek tasavvuru kurmaları için ne kadar önemli bir avantaj ise, Avrupalılar için de potansiyel bir sorun olabiliyor. Örneğin, sadece Türkiye pasaportu ile Avrupa’ya giden Türklerin nüfusunun bile AB’nin birçok ülkesinden daha fazla olmasından endişe duyabiliyorlar. Türkler de her ne kadar Avrupa’nın değişik ülkelerinde dağınık olarak yaşıyor olsalar bile, bu durum güçlerini, yani imkânlarını birçok alanda birleştirmelerine engel değildir. Bizim de burada cevabını aradığımız soru şudur: Bugünün Avrupa’sındaki Türkler de tıpkı bir zamanların Mısır’ındaki Türkler gibi zaman geçtikçe etkili ve yetkili bir konuma gelip ve hatta devlet mi olacaklar yoksa asimile olup tarihe mi karışacaklar? Tabii bundan da önce cevaplamamız gereken sorular var. Ama bundan önce şu “devlet olma” deyimine bir açıklık da getirelim de yanlış anlaşılmayalım. Bize göre ulus devletler bile birden fazla yapının veya odağın yahut güç dengesinin koalisyonundan oluşurlar. Dolayısıyla bizim burada devlet olmadaki kastımız, Avrupa Türklerinin illa da kendi adlarına bir devlet kurmaları değil, sadece bulundukları ülkelerde kabul görmeleri ve tanınmalarıdır. Yani bir topluluk bütün farklılıklarıyla var ise, devlettir veya en azından devletin bir parçasıdır. Bunun en somut örneği Yahudilerdir. Çünkü Avrupa’da kendi adlarına bir devletleri yoktur, ama yaşadıkları ülkelerde oldukları gibi tanınıyor olmaları nedeniyle içinde bulundukları devletin bir parçasıdırlar.
Yukarıda yönelttiğimiz sorudan evvel cevaplamamız gereken sorulardan bazıları şunlardır:
- Türkiye yerüstü ve yeraltı zenginlikleri bakımından vatandaşlarını işçi olarak gönderdiği Avrupa ülkelerinin hangisinden daha fakirdir?
- Avrupa ülkeleri girdikleri İkinci Dünya Savaşı nedeniyle Birinci Dünya Savaşı’ndan daha fazla tahrip olmalarına rağmen dışarıdan bile işçi alacak kadar gelişirken, İkinci Dünya Savaşı’na girmemiş olan Türkiye, kalkınmak şöyle dursun, neden hep açlık sınırında yaşamış ve çözümü milyonlarca vatandaşını Avrupa’ya işçi olarak göndermekte bulmuştur?
- Avrupalı yöneticiler önceliği yaralarını sarmaya verirken ve imkânlarını ülkelerinin kalkınması için seferber ederken, Türkiye’nin yöneticilerinin önceliği “yeni bir toplum yaratmaya” ayırmalarının ve buna engel gördükleri insanları dini ve etnik aidiyetleri (irtica ve bölücülük) üzerinden ötekileştirip imha yoluna gitmelerinin Türkiye’nin kalkınmasını ne ölçüde olumsuz etkilemiştir?