Çocuk dediğimiz melektir. Çocuk dediğimiz masumdur. Çocuk dediğimiz dünyadır, hayattır, varlıktır ve güzelliktir. Çocuk dediğimiz ümittir ve gelecektir! Ve çocuk dediğimiz candır!

Öyleyse bir çocuk, insan olsun veya hayvan olsun, bir cana nasıl kıyabilir ki?

Hangi güçtür, hangi dindir ve hangi düzendir bir çocuğa can kıydıran? Kimdir çocukların ruhunu öldürenler, ümidini yitirtenler, geleceğini çalanlar ve anını esir alanlar?

Görünen o ki, son günlerdeki orman yangınlarının faili PKK’dır. PKK’nın orman yakması yeni bir şey değil, ama çocukları buna alet etmesi yenidir. PKK Hendek Eylemlerinde olduğu gibi, ormanları yakma eylemlerinde de çocuklarımızı kullanıyor. Yani yine çocuklarımızı ateşe atıyor.

PKK’nın gerçekleştirdiği her eylemin sonrasında olduğu gibi, bu orman yakma eylemlerinin sonrasında da siyasiler başta olmak üzere bütün bir toplum PKK’ya lanetler okumaktadır. PKK’nın ne kadar azılı bir örgüt olduğu, dış güçlerden yardım aldığı ve kısaca emperyalistlerin bir maşası olduğu her fırsatta dile getirilmekte, ama özellikle karar merciinde olanlar PKK’yı içeride besleyen kaynağa hiç değinmemektedirler. Hatta kimileri değinmek şöyle dursun, o kaynağı özenle kamuoyundan saklamaktadırlar. Oysa tecrübeler de göstermiştir ki, dünyanın neresinde olursa olsun, hiçbir yapı içeriden de bir destek olmadığı sürece sadece dışarıdan gelen desteklerle eylemler gerçekleştiremez ve varlığını sürdüremez.

Öyleyse kimdir PKK’ye içeriden destek verenler? Ve Kürtler midir PKK’yı destekleyenler? Tabii ki, beyinleri aynı merkezden iğfal edilmiş olanların hep bir ağızdan verecekleri cevap bellidir: Kürtler! Çünkü onlar kendilerine bu telkinlerde bulunan merkezin PKK’nın da içerideki besin kaynağı olduğunu bilemeyecek veya bilmek istemeyecek kadar kin, nefret ve düşmanlıkla doldurulmuşlardır. Tıpkı PKK’nın çocuklarımızı kin, nefret ve düşmanlıkla doldurup onlara hendek kazdırması ve ormanları yaktırması gibi.

Varlıklarını, güçlerini ve tahakkümlerini toplumumuzda oluşturdukları bu çelişkilere ve bu düşmanlıklara borçlu olanlar maalesef devleti de bu emellerine alet etmektedirler. Toplum olarak bu gerçeği görmeli ve PKK’yı içeride besleyen bütün kaynakları kurutmadıkça bize rahat olmayacağını bilmeliyiz! PKK’yı doğuran, besleyen ve bugünlere kadar getiren içerideki en büyük kaynak da şüphesiz ki, devletin inkâr politikalarıdır. Nitekim devlet şimdiki haliyle bir makasın iki ağzından biri gibidir. Ki bu makasın diğer ağzı da PKK’dır. Ve bu makas Türk, Kürt veya Alevi Sünni ayrımı yapmadan kesiyor, biçiyor. Her şeyden evvel yapmamız gereken şey, devleti bu halden kurtarmaktır. Dolayısıyla çabalarımız, devleti hak ve adalet yönünde dönüştürmek olmalıdır. Her kim bunun yerine hamaset yapıyor ve bizim dini ve milli duygularımızı istismar ediyorsa, bilmeliyiz ki, o da PKK’nın suç ortağıdır!

PKK ve hempalarının kendi ateşlerinde yanmalarını mı istiyoruz? Öyleyse devletin adaletinin ve şefkatinin PKK’nın şiddetinden daha fazla olması için çalışalım.

Ersan Şen’in hokkabazlığı ve Cübbeli Ahmet’in uyanıklığı

Bir tarafta bir hukuk profesörü olan Sayın Ersan Şen ve bir tarafta bir tarikatın liderlerinden Sayın Ahmet Mahmut Ünlü, diğer adıyla Cübbeli Ahmet Hoca. Şen, konuğu olduğu TV programına telefonla bağlanan Ünlü’ye soruyor: “Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?” Ünlü her ne kadar “yav kaç kere bunu anlattık” dediyse de yakasını kurtaramıyor Şen’den. Çünkü Şen, “olsun, bu konuyu duymamışım. Toplum duysun istiyorum” diye diretiyor.

Sanki bir TV programı değil de İstiklal Mahkemelerinden bir sahne izliyorsunuz. Eğer Ünlü de orada hazır olsaydı, stüdyo tam anlamıyla İstiklal Mahkemesine dönüşecekti.

Sizce de Şen’in soru yöneltmedeki havası ve buyurganlığı İstiklal Mahkemelerinin Kılıç Ali’sinden geri duruyor mu? Veya Mahmut Esat Bozkurt’tan?

Şen’e örneğin, demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden ve insanların inançlarını yaşama ve düşüncelerini ifade etme özgürlüklerinden sorarsanız, dakikalarca konuşacağından ve hatta bunların üzerine kitap yazacağından şüpheniz olmasın. Ama kelimenin ucu ima ile bile olsun Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimine ve-veya Atatürk’e değmeye görsün. Hemen kalemini kıracağı, yönelttiği sorudan bellidir. Ancak Ünlü, Şen’in bu hevesini kursağında bırakıyor.

Şen’den o soruyu dinleyen Ünlü’nün zihninde İstiklal Mahkemelerini, Kılıç Ali’leri, kurulu darağaçlarını ve o darağaçlarında sallandırılan Sütçü İmam’ları, Şeyh Sait’leri ve Seyyit Rıza’ları canlandırmaması mümkün mü? Zaten Ünlü de Şen’in içine Kılıç Ali ruhunun üflendiğini düşünmüş olmalı ki, takiye yaptı. Şen kendince Ünlü’yü faka bastırmak istiyordu. Ama biraz daha sıkıştırsaydı, değil Atatürk’ü, kendisini bile cennette bulurdu. Malumunuz, bunun için Ünlü’nün Atatürk’ü ve Şen’i Halidiye Tarikatı ile iltisaklı göstermesi yeterlidir.

Hep Şen’ler soracak değil ya, bir de biz soralım Şen’e bir iki soru: Size göre Atatürk bir tanrı mı veya sözleri ve yaptıklarıyla tartışılamayacak kadar olağanüstü bir insan mı yahut yaptığı devrimler ile koyduğu ilkeler birer tanrısal buyruk mu ki dokunulamıyor, değiştirilemiyor ve eleştirilemiyor? Ve yine size göre anayasasında “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” maddeler bulunduran bir ülke demokrasi mi, krallık, diktatörlük veya din devleti mi?