Toplum olarak yeniden ciddi bir dinsel ve kültürel değişim ve dönüşüm yaşıyoruz. Ne yazık ki, bu da öncekiler gibi doğal seyri içinde gelişen bir değişim ve dönüşüm değildir. Bu değişimi ve dönüşümü dayatanların şimdiki silahları fıtri özelliklerimizden biri olan cinsiyetimiz, yani erkekliğimiz ve kadınlığımızdır. Bunlara azgın azınlık demek yerinde bir tanımlama olsa gerekir. Son zamanlarda toplumumuza dayattıkları değişim ve dönüşüm, birbirinin tamamlayıcısı ve neslimizin devamının olmazsa olmazı olan bu özelliklerimizi birbirine düşman yapmak ve kadın ile erkeği birbirinin tamamlayıcısı değil de birbirinin rakibi ve hatta düşmanı yapmaktır.

Cinsiyeti dişi ve erkek veya erkek ve kadın olarak tanımlamayı ilkellik ve dolayısıyla aşılması gereken bir zihniyet olarak görüyorlar. Toplumsal cinsiyet eşitliğinden kasıtları da birbirini tamamlayıcı bu özellikleri tanımayan, aile diye bir yapının olmadığı ve merkezinde ise eşcinselliğin olduğu bir cinsel ilişki anlayışında olan bir toplum oluşturmaktır.

Onların bu emellerini gerçekleştirmenin önündeki en büyük engel ise din ve toplumun yerleşik değerleridir. Örneğin, Anadolu insanı ezici çoğunlukla aileyi ve dolayısıyla evliliği kutsar ve evlilik dışı ilişkiyi de reddeder. Hakeza eşcinselliği de aynı hassasiyette reddeder. Fakat bu azgın azınlığın bu türden dayatmaları ve bu dayatmalara alan açmak için toplumun değerlerine olan saldırıları son zamanlarda o kadar arttı ki, toplum bunların şerrinden nasıl korunacağının telaşı ve endişesi içindedir. Sözleriyle ve eylemleriyle yapa geldikleri saldırıları yeterli görmüyor olmalılar ki, bir de bedenleriyle saldırıyorlar. Dikkat ederseniz, bazen dilleriyle, bazen eylemleriyle ve hatta bazen de bedenleriyle küfretmedik, aşağılamadık, alaya almadık ve bir vesile ile saldırmadık bir değer bırakmadılar.

Açtıkları cephelerden biri de İstanbul Sözleşmesidir. Şahit olduğumuz gibi, son zamanlarda İstanbul Sözleşmesi ekseninde toplumda cinsiyet üzerinden düşmanlıklar oluşturmaya ve bu sözleşmeye karşı çıkanları ellerinden gelen her türlü gayri meşru yöntemle susturmaya çalışıyorlar. Biz diyoruz ki, şiddet kimden kime olursa olsun, her türlüsüne hayır! Ve biz diyoruz ki, kadına şiddeti durdurmak için gerekli yasalara evet, ama kadına yönelik şiddeti önleyelim derken, beraberinde eşcinselliği de dayatan İstanbul Sözleşmesine hayır! Bu güruha gelince… Başkalarının kutsallarına her türlü hakaret ve saldırıyı kendi hakları gibi gören bu güruh, örneğin, eşcinselliğin meşrulaştırılması ve yaygınlaştırılması gibi sapıklıkları da içeren bu sözleşmeyi eleştirenlere de hakaret etmekten geri durmuyorlar ve “tacizci” diye saldırmaktan geri durmuyorlar.

Bunlardan bir kısmı bedenlerini de bir saldırı aracına dönüştürmüş haldedir. Nerdeyse yarı çıplak bedenleriyle çocukları, gençleri, erkekleri, kadınları ve aileleri taciz ediyorlar, tahrik ediyorlar ve aynı zamanda hakaret etmiş oluyorlar. Ve bütün bunları da kendilerinin doğal bir hakkı olarak görüyorlar. Oysa bedenin bazı yerlerini göstermek de bazen dil veya elle yapılan taciz kadar etkili olabiliyor.

Bunların söyledikleri ve yaptıkları şeyler toplumun %99’unun dini olan İslam kadar Yahudilik ve Hristiyanlığı da hedef alıyor. Dolayısıyla toplumun inancı, ahlakı ve kısaca yüzlerce yıllık değerleri kelimenin tam anlamıyla bu güruhun saldırıları altındadır. Kanunlar toplumu bu güruhun saldırılarından koruyacak kapsamda olmadığı gibi, aydınların ve din adamlarının susuyor olmaları ve siyasilerin de üç maymunu oynamaları düşündürücüdür.

Özetlemeye çalıştığımız bu manzaradan kafamıza takılan o kadar soru var ki… Dediğim gibi bunları sormaya bile cesaret edemez bir durumdayız. Çünkü hiçbir insani, dini, ahlaki ve milli bir değer tanımadıkları için pervasızca saldırıyorlar.

Ben yine de zihnimdeki sorulardan ikisini paylaşayım, siz de gerisini getiriniz:

Dini aidiyet olarak biz neyiz ve görünürdeki yaşantımız inancımızla ne kadar örtüşmektedir?

Giyim kuşamımız inancımızın ve-veya milli değerlerimizin mi bir yansımasıdır yoksa başkalarının bir taklidi midir?