Onlar için "mübarek" sıfatını kullanmak abartı değildir. Sade idiler. Yardım sever, edep, hayâ, iffet ve daha nice güzel sıfatlarla mücehhez idiler. Kısacası, birer Anadolu kadını idiler. Rejimin bütün çabalarına ve dört bir yandan yaptığı kuşatmalara rağmen insanlıklarından ve inançlarından ödün vermiyorlardı. Hangi siyasi parti kendi inançlarına saygı duyarsa, bütün imkânlarıyla o partinin iktidar olması için seferber oluyorlardı. Ak Parti'yi iktidara taşıyanlar da onlardı.

Niye başka bir partiyi değil de Ak Parti'yi? Çünkü Ak Parti "adalet" diyordu. Çünkü Ak Parti "inançlara saygı", "milletin değerleriyle barışık bir eğitim sistemi", "yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele", "ehliyet ve liyakat", "IMF ve benzeri iç ve dış sömürgeci yapılara hayır" ve uzun sözün kısası, barışçı, müreffeh ve medeni bir Türkiye" vaat ediyordu. O kadınlar çocuklarımızın artık birbirini öldürmediği, rejimin inkâr politikalarının son bulduğu, insanların inançlarından ve milliyetlerinden ötürü ötekileştirilmediği ve herkesin fıtri değerleriyle birlikte yaşayabildiği bir Türkiye arzuluyorlardı.

Ak Parti'nin kurucusu Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ı desteklemeleri de işte bundandı. Hiçbirinin kendi şahsi çıkarları adına zerre kadar bir beklentileri yoktu. Aksine her biri deyim yerindeyse, elinde ve avucunda ne varsa, mesela yüzük, bilezik, küpe, para gibi, Erdoğan iktidar olsun diye feda ediyorlardı. Yetmiyordu, ev ev ve mahalle mahalle dolaşıp Erdoğan için oy istiyorlardı.

Ak Parti'nin ilk başlardaki hizmetleri özlemini duyduğumuz Türkiye'yi göreceğimize dair büyük bir ümit veriyordu gerçekten. Ama ustalık ve final dönemindeki gidişatı ve bazı icraatları bu ümitleri boşa çıkaracağa adaydır. Zaten İstanbul'u ve diğer birçok yeri yitirmesi de kuruluş ilkelerinden uzaklaşmasındandır. Bu sapmanın diğer bir sonucu da Ak Partili kadınların yerini AKP papatyalarının almasıdır.

Ak Parti'deki sapmaları bıkmadan, usanmadan kardeşçe uyaran ender şahsiyetlerden biri de Sayın Abdurrahman Dilipak'tır. Zaten artık yandaş ve karşıt olarak ikiye bölünen medyada doğruları yazanlar da artık istisnadır.

Ak Parti'ye getirdiği yeni tanımda da Dilipak'a katılıyorum. Gerçekten artık tek bir Ak Parti yok, bir de AKP var. Dilipak, geçen günlerdeki bir yazısında dikkatleri “AKP'nin papatyalarına" çekti. Ak Parti maalesef bir özeleştiri yapacağına, Dilipak'ın yazısında geçen "fahişe" kelimesini afişe etmeyi yeğledi ve Dilipak hakkında suç duyurusunda bulunacağını söyledi. Ak Parti'nin böyle bir şeyi yapması, Dilipak'ın da dediği gibi, kendi kuruluş felsefesini yargılamak olur. Ama dava açarlarsa eğer, bu demektir ki, Ak Parti'de artık söz Ak Partililerin değil, AKP'lilerindir.

Ak Parti eğitim alanında vaat ettiklerinin gerisinde kalmak şöyle dursun, aksini yaptığı gibi, sosyal dokunun korunmasında ve toplumsal barışın sağlanmasında da kuruluş ilkelerinin hilafına icraatlar içindedir. Örneğin, bugünlerde sıkça tartışılan İstanbul Sözleşmesi bunlardan biridir. Anladığımız kadarıyla başta dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu olmak üzere Ak Parti milletvekillerinin çoğu bu sözleşmeyi okumadan imzalamışlardır. Okuyan ve aynı zamanda tasvip edenler de başta liderleri Sayın Erdoğan olmak üzere kendi partilerini sözleşmenin içeriği konusunda yanıltmışlardır. Bunu sözleşmeye koydukları başlıktan da anlıyoruz. Çünkü gerek orijinal metinde ve gerekse diğer dillere yapılan tercümelerde "aile" ve "aile içi" kavramları geçmemektedir.

Ak Parti'nin son yerel seçimlerde neden İstanbul ve diğer birçok yeri kaybettiğinin özeleştirisini hala yapmamış olması ve üstüne üstlük toplumun değerlerine ve aile yapımıza doğrudan ve topyekûn bir saldırı olan İstanbul Sözleşmesini hala savunuyor olması, büyük bir hayal kırıklığına yol açıyor.

Gerçi İstanbul Sözleşmesi için 'kılıçlar çekildi' diyeceğim, ama kılıcı çekenler AKP'nin papatyaları ve KADEM gibi bu sözleşmenin aleyhine bir kelime bile olsun duymak istemeyenlerdir. Ak Partili kadın vekiller başta olmak üzere KADEM'in hala gerçekleri çarpıtmaktan ve topluma yalan söylemekten geri durmamaları ve aynı zamanda CHP ve HDP ile omuz omuza verip bu sözleşmeyi kutsal bir metin gibi cansiperane savunmaları nasıl bir zül ise, Ak Partililerin sessiz kalmaları da bir züldür.

İstanbul Sözleşmesinin özü ve özeti ve bunu savunanların hedefi şudur: Aileyi değersizleştirip ortadan kaldırmak, fıtri bir özellik olan kadınlık ve erkeklik özelliklerini meşru sınırlarının dışına taşırmak, zinayı, erkek erkeğe ve kadın kadına cinsel ilişkiyi meşrulaştırmak ve ta anaokulundan başlayarak "toplumsal cinsiyet eşitliği" adı altında bu sapkınlığı yaymaktır. Fakat sözleşme yanlıları öyle bir hava estiriyorlar ki, sanki İstanbul Sözleşmesine karşı olanlar aynı zamanda kadınlara yönelik şiddeti onaylayanlardır.

Temennimiz, Ak Parti'nin ve tabii ki, Erdoğan'ın bu gürültülere pabuç bırakmaması, Türkiye'yi İstanbul Sözleşmesinden derhal çıkarması ve her türlü şiddete karşı daha isabetli yasaları da çıkarmasıdır.