Ayasofya…

Bizans İstanbul’unda temeli 532 yılında atılmış ve 537 yılında ibadete açılmış bir kilisedir. Hristiyan mezhepleri tarafından zaman zaman el değiştirmiş ve bazen de tahrip edilmiş olan bu mabet, İstanbul’u 1453 yılında fetheden Osmanlı Sultanı İkinci Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüştür.

İslam’ın mabetler hakkındaki hükmü, onların oldukları gibi korunmaları yönündedir. Buna ilk halifeler döneminde olduğu gibi daha sonraki dönemlerde de uyulmuştur. Ancak Müslümanların tarihinde Ayasofya olayında olduğu gibi, fethedilen yerlerdeki mabetlerden birinin veya birkaçının camiye dönüştürüldükleri de vakidir. Bu uygulamaları, yani İslam’ın bu konudaki açık hükmüne rağmen bir mabedin “kılıç hakkı” veya “fetih hakkı” diye camiye dönüştürülmesinin meşru bir yönünün olup olmadığı veya hangi şartlarda meşru olabileceği ayrı bir tartışmanın konusudur.

Ayasofya’nın son yüz yıldaki durumu ise bambaşkadır. 1453 yılından itibaren cami olarak hizmet gören bu mabedi Atatürk 1935 yılında müzeye dönüştürürken, Erdoğan da 2020 yılında yeniden camiye dönüştürmüştür.

Atatürk’ün neden Ayasofya’yı kendi haline bırakmak veya kiliseye dönüştürmek yerine hem Hristiyanlığa ve hem de İslam’a aykırı olmasına rağmen müzeye dönüştürdüğü ayrı bir tartışmanın konusudur. Görünen o ki, Ayasofya’yı bugün yeniden camiye dönüştüren irade bununla hem Fatih’in bir emanetine sahip çıktığı ve hem de Türkiye’nin bu meseledeki egemenlik haklarını gözettiği düşüncesindedir.

Uluslararası camianın getirdiği eleştiriler bize göre de yersiz ve dahi anlamsızdır. Hele hele bazı ülkelerin kendilerinde bulunan camilere yönelik misillemelerde bulunacaklarına dair söylemler utanç vericidir. Müslümanlar tarihte de günümüzde de Müslüman olmayanlara kıyaslanamayacak derecede diğer dinlerin mabetlerine saygılı olagelmişlerdir. Mabetlerin o inancın mensuplarına dağılımı bakımından da İslam ülkelerindeki mabetler gayrimüslim ülkelerdeki camilere oranla çok daha fazladır. Örneğin, Türkiye’de bir havraya ve kiliseye tekabül eden gayrimüslim sayısı 700 kişiyi bile bulmaz iken, milyonlarca Müslümanın yaşadığı Avrupa ülkelerinin her birinde bir camiye tekabül eden Müslümanların sayısı en az on bin kişidir.

15 Temmuz…

Malumumuz, emperyalistlerin içerideki işbirlikçileriyle birlikte giriştikleri son darbe milletin topyekûn kıyamı ile akamete uğratıldı. Ancak geçen dört yıla baktığımızda, hükümetin 15 Temmuz ruhuna hakkıyla ve layıkıyla sahip çıkmadığını görüyoruz.

Şu bir gerçektir ki, Atatürk’ün devrimleri başta olmak üzere ondan sonra neredeyse her 10 yılda bir yapılan devrimlerin hedefinde Anadolu insanının inancı olagelmiştir. Bütün bunlara rağmen Anadolu insanı maruz kaldığı onca zulümlere, katliamlara, devrimlere ve darbelere rağmen imanından aldığı güç ile asaletini, metanetini, izzetini ve haysiyetini hep korumuş ve verdiği mücadele ile sabrını bilemiştir. Milletin 15 Temmuz’da kendisine kast etmeye yeltenen şer güçleri ayaklarının altına alması da bilenmiş bu sabrın semeresidir. Ancak şehitlerin kanı dahi henüz kurumadan 15 Temmuz ruhunun kirletilmeye ve hedefinden saptırılmaya çalışıldığı gibi bir durumla karşı karşıya olduğumuz da bir gerçektir. Hele hele o gece milletle birlikte meydanlara akmak yerine kimisi kendince güvenli yerlere gizlenen ve kimisi de darbecilerle olan birilerinin bugün 15 Temmuz adına konuşuyor olduklarını görmek durumun vahametini kavramamız açısından ayrıca bir önem arz etmektedir. Elbette ki, o melun kalkışmanın hedeflerinden biri de Sayın Erdoğan idi. Dolayısıyla kendisi de bu bağlamda bir Anadolulu olan Sayın Erdoğan’dan ve hükümetinden bu milletin beklediği biricik şey, kendisine emanet ettiği iradesini idareye ve yasamaya yansıtmasıdır. Çünkü iradesini idaresine ve yasamaya yansıtmadığı sürece bu ülkenin eşit vatandaşı olmadığının ve kaderinin despot bir azınlığın pençesinde olduğunun bilincindedir. Milletin bu hassasiyetini kendisine rehber edinmesi gereken Erdoğan’ın (ve hükümetinin) milletin bu hassasiyeti doğrultusunda hareket etmek yerine 15 Temmuz ruhuyla örtüşmeyen kimi yasaları yürürlüğe koyması millette derin endişelere ve güvensizliğe yol açmıştır. Temennimiz, elindeki gücü daha fazla güç devşirmek için değil, adaletin tesisi için seferber etmesidir.

FETÖ ile mücadele…

FETÖ’nün özelde Türklerin ve genelde Müslümanların tarihlerindeki en büyük ihanet olduğunda şüphe yoktur. Bizler bu ve benzeri yapıları içimizde barındırmadığımız oranda izzetimizi korumuş olacağız ve Türkiye de içine sızan bu ve benzer yapılardan kendisini temizlediği oranda bağımsızlaşacaktır.

Bu bilinç ve bakış açısıyla FETÖ ile mücadeleyi değerlendirdiğimizde, arzuladığımız başarının oldukça gerisinde kaldığımızı görürüz. Zaten herkes (ve her siyasi parti) ısrarla kendi FETÖ’sünü koruyup kolladığı sürece kayda değer bir başarı da sağlanamayacaktır.

Ne dersek diyelim ve ne yaparsak yapalım, yaşayacağımız güzelliklerin de kötülüklerin de kendi eserimiz olduğunu unutmayalım. Bugüne kadar ne hak ve adalet ekenler zulüm biçmiştir ve ne de zulüm ekenler adalet biçmiştir.