Geçenlerde İstanbul’da meydana gelen deprem gündemimizi 20 yıl sonra bir kez daha işgal etti, tıpkı bundan 20 yıl önceki gibi. Gerçi o zaman, Allah rahmet etsin,  binlerce insanımızı kaybetmiştik. Bu kez enkaz altında kalarak değil, ama depremin etkisiyle bir insanımız kalp krizi geçirdi ve vefat etti. Bazı binalar biraz hasar gördü. Ama bütün uzmanların ortak görüşü, İstanbul’da büyük bir depremin er ya da geç olacağı ve ona göre önlemlerimizi almamız gerektiğidir. Ve yine uzmanların belirttiğine göre, 7 şiddetindeki bir depremde en az 50 bin binanın yıkılacağıdır. Bunu sadece 1 kişi ile çarptığımızda bile, 50 bin insanın –Allah korusun- ölmesi veya sakat kalması demektir.

Bangır bangır geliyorum diyen bu büyük tehlikeye rağmen devletin aldığı önlemler maalesef devede kulak gibidir demek yeridir.

Örneğin, birçok yere bu tehlikeden dolayı imar affı geldi ve eski evlerin derhal yıkılarak yenilerinin yapılması istendi. Ama gerek müteahhitlerin ve gerekse hak sahiplerinin çoğunun aç gözlülüğü nedeniyle bundan da istenen sonuç elde edilemedi. Bence bu gibi durumlarda devletin duruma el koyması ve orta bir yol bulup, adeta birer tabut gibi duran çürük evlerin yerine güvenle yaşayabileceğimiz evleri inşa ettirmeye ön ayak olması gerekir.

Son 20 yıl içindeki çalışmalara baktığımızda, belediyelerin de yükümlülüklerini yeterince yerine getirmediklerini esefle görüyoruz. Tabii ki, ihmali ve vurdumduymazlığı olan sadece devlet, hükümet ve belediyeler değil, biz vatandaşlar da kendi payımız kadar suç ortağıyız. Çünkü meselenin ciddiyetini ve tehlikenin büyüklüğünü ve dahi bunun şakasının olmadığını biz vatandaşlar da yeterince kavramış değiliz.

Deprem dendiğinde doğal olarak aklımıza evlerin, köylerin ve şehirlerin yıkılışları, enkazın içindeki insanlar ve onların ya cansız bedenleri veya yeri göğü delen feryatları ve daha nice acı verici sahneler gelmektedir.

Allah’a duamız, kullarını her türlü bela, felaket ve musibetten korumasıdır.

Biz kullara da düşen yükümlülük, önlemlerimizi almak ve Allah’a tevekkül etmektir.