“La galibe illallah”!

Okuduğunuz bu yazının ilham kaynağı yukarıdaki ilahi buyruktur. Duyanlarınız olmuştur; MHP`nin 24 Haziran seçimleri esnasında kullandığı propaganda reklamlarının birinde geçiyordu. O bölüm, Sayın Devlet Bahçeli`nin, “La galibe illallah” demesiyle başlıyordu.

O an öyle bir duygulanmıştım ki… Hem çok sevinmiştim ve hem de çok üzülmüştüm. Belki de zıt kutuplu duyguları aynı anda yaşamak böyle bir şeydir. Duygularım hem olabildiğince sevinç yüklüydü ve hem de olabildiğince hüzün… Duygularım sevinç yüklüydü. Çünkü ikimizin de ortak kelimesi aynı idi. Duygularım hüzün yüklüydü. Çünkü eylemlerimiz bu kelime ile örtüşmüyordu. O an aklıma şu soru da geldi: “Bu çelişki, MHP`nin kullandığı üç hilalden kaynaklanıyor yoksa onun bildiğimiz anlamından ve bağlamından koparılmış olmasından mı?” Üç hilalin tarihine ve tarihteki misyonuna baktığımızda, bunun ayrıştırıcı, ötekileştirici ve düşman edici değil, aksine birleştirici olduğunu görüyoruz. Dahası, üç hilal, sadece Türklerin veya sadece Türklerle Kürtlerin değil, onlarca diğer Müslüman halkın yüzlerce yıl boyunca kıtadan kıtaya gururla ve onurla taşıdıkları ve gölgesinde güvenle yaşadıkları bir bayraktır, bir semboldür. Dolayısıyla atalarımızın Malazgirt`ten Çanakkale`ye kadar birbirileriyle yarışırcasına taşıdıkları da işte bu üç hilaldir. Haddizatında üç hilalin çağrıştırdığı anlam da la ilahe illallah”tan veya “la galibe illallah”tan başka bir anlam mı?

Öyleyse bugün “la galibe illallah” diyenler olarak ve üç hilali yüzlerce yıl onurla ve gururla taşıyanların torunları olarak yaşadığımız bu yaman çelişki neden?

Şu da var ki, insanın olduğu bir yerde her şey mümkündür ve insan iyi ve-veya kötü olan her şeyi yapma ihtiyarında ve istidadında olan bir varlıktır. Yani nasıl ki, Müslüman olmak her zaman iyi olmak, adil olmak ve hatta meleklerden de üstün olmak değilse, gayrimüslim olmak da her zaman kötü fiiller işlemek değildir! Bazı gayrimüslimlerin (ehli kitap veya kitapsız) çok iyi ve güzel şeyler yapmaları nasıl ki vaki ise, bazı Müslümanların zulmettikleri; kan döktükleri, hak yedikleri… ve hâsılı Müslüman olmayanlardan ayırt edilemeyecek kadar kötülükte ileri gittikleri de vakidir. Bu gibi durumlarda, “ben Müslümanım” diyen bir kişiye, şirk dışında işlediği haramlardan dolayı “hayır, sen Müslüman değilsin” dememeliyiz. Ama onun Müslümanlığı işlediği İslam dışı fiillerini görmemize ve kötü fiillerinden dolayı kendisine karşı gerekli mücadeleyi vermemize engel değil. Aksine bu bir yükümlülüktür. İyilerle kötülerin mücadelesi de insanlık tarihi kadar eskidir. Nitekim Habil ile Kabil`in kendi aralarında yaşadıkları da budur. Biz de aktif veya pasif olarak ya birer Habil`iz veya birer Kabil.

İster Âdem`den günümüze doğru gelelim veya ister günümüzden Âdem`e doğru gidelim, durumun aynı olduğunu görürüz. Din kardeşlerimizden örnek verelim. Habil ve Kabil olayında olduğu gibi, yüce peygamberimiz Hz. Muhammed`in ashabında da benzer bir sapmayı görmüyor muyuz? Bakıyorsunuz, nazil oluşuna şahit olan Müslümanlardan bazıları, Kur`an`ı kendi süfli emellerine alet edebiliyorlar. Örneğin, Hakem Olayı bunlardan biri değil mi? Bir tarafta Kur`an`ın ön gördüğü hayatı yaşamak isteyenler ve bir tarafta da Kur`an`ın ön gördüğü hayata karşı mızraklarının başına taktıkları Kur`an sayfalarıyla savaşanlar! Hâlbuki her iki taraf da aynı peygamberin izinde olduklarını ve Kur`anî bir hayata talip olduklarını iddia ediyorlardı. Önceki dinlere baktığımızda da benzer şeyleri görüyoruz. Ve dikkat edilirse, sapma, saptırma, saldırı ve tehlike dışarıdan değil, içeridendir. Aynı durum biz Müslümanlar için de geçerlidir.

Nasıl ki, bazı Müslüman olmayan insanlar, “dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da Allah`ın ayetlerindendir” buyruğuna rağmen, kendi milliyetlerinden renklerinden ve dillerinden olmayanlara zulmediyorlarsa, bugün Müslümanlardan bazılarının dahi iman ettikleri Kitab`ın hükümlerinin hilafına ırkçılık yapabilmekte veya ırkçılık yapan rejimleri zımnen destekleyecek kadar gafil ve zalim olabilmekteler. Kürtlerin düne kadar devlet tarafından inkâr edilmiş olmaları ve bugün de dillerini yaşama haklarının hala gasp edilmiş olması gibi zulümler karşısında da bazı Müslümanların tavrı ne yazık ki Müslümanca değil!

Sonuç olarak ortaya Müslüman olduklarını söylemelerine rağmen, birbirilerinin temel haklarına tecavüz etmekten geri durmayan, kimi süfli emellerine erişmek için gâh Mushaf sayfalarını mızrakların başına geçirenler gibi ve gâh İŞİD gibi kelime-i tevhidi bayrak olarak kullanan Müslümanlarla muhatabız. Üzerinde kelime-i tevhid yazılı olmasa bile, üç hilal de Müslüman Türkler ve onlarla birlikte olan diğer Müslümanlar için yüzlerce yıl aynı işlevi gördü. Dolayısıyla, nasıl ki, Müslümanlar olarak Kur`an`ı kötü emellerimize alet ettiğimiz takdirde, Mushafı mızraklarının ucuna takanların derekesine düşmüş oluyoruz, sembollerimizi de anlam ve bağlamlarından kopardığımız zaman, İŞİD`in derekesine düşmüş oluruz. Öyleyse bu kötü duruma düşmemek için ne yapmalıyız?

Bu uzun giriş ve açıklamadan sonra burada Sayın Bahçeli`nin şahsında başta MHP olmak üzere kendilerini Müslüman olarak gören herkese, yani kendimize birkaç sorum ve bir de çağrım olacaktır:

Biz Müslümanlar olarak “la galibe illallah”  kelimesinin neresindeyiz? Veya bu kelime hayatımızın-eylemlerimizin neresindedir?

Öte yandan 900 yüz yıl boyunca aynı inançta olduğumuz, aynı inanç uğrunda savaştığımız ve üç hilal de dâhil, aynı bayrak-sancak altında yaşadığımız Kürt kardeşlerimize rejimin hala reva gördüğü zulümlerin yanında mıyız, karşısında mı? Bir dili yasaklamak veya kısıtlamak tıpkı Kur`an`daki ilgili ayeti kısıtlamak, yasaklamak ve hatta ona karşı savaşmakla eş anlamlı değil mi? Müslümanlar olarak ivedilikle cevap vermemiz gereken diğer bir soru: Allah`ın bir ayetini yaşamak ve yaşatmak mı devletin gücüne güç katar ve onu bölünmekten korur, yoksa bir ayeti yasaklamak mı?

Yine Sayın Bahçeli`nin şahsında Müslümanlara, yani kendimize çağrım; gelin hep birlikte “la galibe illallah” sözünde birleşelim ve o hükümlere uygun bir hayatı yaşamanın mücadelesini birlikte verelim!