2. Dünya Savaşı, 1939`da başlarken Türkiye`de yoğun bir Batı karşıtlığı vardı. Jakoben yöntemlerle Batılılaştırmak istenen halk kadar, halkı Batılılaştırmaya çalışan kimi idareciler de I. Dünya Savaşı müttefikleri Almanya`nın “asıl Batı”ya iyi bir ders vermesinden yanaydı. Hitler tipi bıyık yaygınlaşmış, bir Nazi selamı eksik kalmıştı.

Ama Almanların bir kez daha savaşı kaybedeceği anlaşılınca İsmet İnönü; apar topar harekete geçti. Türkiye, 23 Şubat 1945`te aniden Mihver Devletleri`nin başı Almanya`ya simgesel bir savaş ilanında bulundu; ertesi gün 24 Şubat 1945`te Birleşmiş Milletler (BM) Beyannamesini imzaladı; kendisini telaş içinde Batı`nın yanına attı.

Zira savaşın kazananları arasında Sovyetler Birliği de vardı. Kafkasya üzerinden karadan; Karadeniz üzerinden denizden Türkiye`ye komşu olan Sovyetlerin, Stalin liderliğinde nasıl bir Türkiye siyaseti izleyeceği meçhuldü. Rusya, Türkiye`nin yanı başındaydı; Moskova başkentli olarak güneyde ve batı`da Osmanlı topraklarını, güneybatıda ise Orta Asya coğrafyasını işgal ederek devleşmişti, Türkiye toprakları ile ilgili kötü emellere sahip olduğu malumdu.

Savaşın diğer kazananı ve Batı`nın yeni patronu ABD ise I. Dünya Savaşı`nın ardından duyurduğu Wilson ilkeleri ile ulus devletlere saygı duyuyor görünüyordu; uzaktaydı, Türkiye toprakları ile ilgili kötü emel sahibi olduğu bilinmiyordu, II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan yeni dünya düzeni içinde Batı Avrupa`yı da himayesi altına almıştı ve Sovyetlere karşı Türkiye`ye ihtiyacı vardı.

Türkiye, bu denklem içinde ABD`ye yaklaştı; ABD`nin İslam dünyası ile ilgili, Britanya`dan miras aldığı İsrail`in kuruluşuna açık destek verdi; Batı siyasetine kayıtsız şartsız teslim olacağına dair bir tablo ortaya koydu.

İşin aslında ABD ile Sovyetler Birliği, İslam dünyası konusunda anlaşmalıydı. Türkiye, diğer İslam ülkelerine de oynanan oyunla, Sovyet tehdidi altında ABD`ye mahkum edilmiş; bağımsız bir siyasetten alıkonmuştu. Bundan sonra Sovyetler Birliği, Türkiye`ye sürekli sopayı gösterecek; Türkiye, o sopayı gördükçe ABD`ye daha fazla sığınmak durumunda kalacaktı.

Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü, bilinen adıyla NATO, 4 Nisan 1949`da Washington`da ABD, İngiltere, Fransa, Kanada, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, İtalya, Danimarka, Norveç, Portekiz ve İzlanda`nın katılımıyla Sovyet tehdidi öne sürülerek kurulmuştu.

Kendisini Sovyet tehdidi altında gören CHP liderliğindeki Türkiye, NATO`yu bağımsızlığını korumak için sığınılacak bir kapı olarak görmüş ve örgüte kabul edilmek için ABD`ye daha fazla yanaşma yolunu aramıştı.

Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti, 14 Mayıs 1950 seçimleri ile iktidar olunca CHP`nin bu dış siyasetini değiştirmeyeceğinin güvencesini vermiş, henüz birinci hükümetinin programında, “Bugün herhangi bir partinin değil, bütün milletlerin müşterek kanaatinin bir ifadesi olan dış siyasetimiz hakkında fazla bir şey söylemeye ve Birleşmiş Milletler idealine olan samimi bağlılığımızı tekrara lüzum görmüyoruz. Geleneksel İngiliz ve Fransız ittifakına ve Birleşik Amerika ile en sıkı dostluk ve işbirliğine dayanan, dostluklarına daima sadık kalan, uzak-yakın ve büyük-küçük bütün milletlerin istikbal ve toprak bütünlüklerine her zaman hürmetkâr olan dış siyasetimizin barışçı mahiyeti bütün dünyaca malumdur. Truman Doktrini ve Marshall yardımıyla bu barışçı siyasetimizi desteklediğinden dolayı kendisine milletçe samimi şükran hisleri beslediğimiz büyük dostumuz Birleşik Amerika ile büyük müttefikimiz İngiltere ve Fransa ile siyasi, iktisadi, kültürel münasebetlerimizi, samimi ve anlayış havası içinde her gün daha kuvvetlendirmek en büyük emelimizdir.” ifadelerine yer vererek dış politika üretmeyeceğine, bu konuda devletle özdeşleşen CHP`nin çizgisini sürdüreceğine adeta söz vermişti. Daha doğrusu Menderes, bu sözleri karşılığında bu politikayı yürütmek üzere iktidar kabul edilmişti.

NATO`ya üyelik için ilk başvuru, 11 Mayıs 1950`de CHP tarafından yapılmış fakat bu başvuru kabul edilmemişti.

Bu başvurunun hemen ardından iş başı yapan DP Hükümeti, 18 Temmuz 1950`de “Türkiye`nin güvenliği” adına ABD ittifakı içinde Kore`ye asker göndermek durumunda kaldı. Menderes açısından çelişki büyüktü. Ama NATO`ya üyelik için böyle bir adım kaçınılmaz kılınmıştı. Türkiye`nin bu kararının ardından Eylül 1951`de Kanada`da yapılan NATO toplantısında Türkiye`nin “Yunanistan`la birlikte” NATO`ya kabul edilmesi kararlaştırıldı.

Türkiye, dış siyaseti açısından bir zafer olarak telakki etmişse de NATO üyeliği onu bir dizi handikapla karşı karşıya getirdi. NATO`ya üyelik bir kurtuluş olarak görülürken bir soruna dönüştü. Türkiye ekonomisi henüz oturmamış, sanayisi henüz kurulmamış, halkın desteğe ihtiyacı vardı. Ama Türkiye, bütün bunları göz ardı ederek 911 kilometrelik Suriye sınırına mayın döşemek zorunda kaldı. Mayınlar, büyük paralar ödenerek ABD`den alınıyor ve Türkiye`nin en verimli tarım topraklarından bir ülke büyüklüğündeki kesit mayınlarla kirletiliyordu.

Menderes, Suriye sınırındaki illerden büyük bir destek almış ama sınırdaki iller, ABD maharetiyle mayın tarlasıyla cezalandırılmıştı.

Mayın tarlası, sadece hayat kaynağı buğday tarlalarının ölüm tarlasına dönüşmesi anlamına gelmiyordu. Aynı zamanda, akrabaları birbirinden ayırması ve Türkiye ile Suriye arasındaki kayıt dışı ticaretin sınır illerine sağladığı büyük imkanın yok edilmesi demekti. Daha üst bir bakışla düşünüldüğünde;

I. Dünya Savaşı, Arap yarımadasını siyasi olarak Türkiye`den uzaklaştırmış, II. Dünya Savaşı, hiç katılmadığı halde Türkiye ile bu yarımada arasına mayın tarlası döşemişti. Mayın tarlası, Türkiye`nin kendi gerçeğiyle siyaset yapmayacağının ve İslam dünyasına Batı`nın açtığı kapılar dışında asla müdahil olmayacağının simgesiydi. Açık bir ifadeyle Türkiye`nin özgürlüğünü koruma adına sığındığı NATO, Türkiye`yi çepeçevre kuşatarak esir almıştı. Bu, Osmanlı`nın kendisini korumak üzere Batı`ya sığınmasının yol açtığı kuşatmadan daha ağır bir kuşatmaydı.

Türkiye, NATO üyeliğinden hemen sonra kendisini ABD`nin ekonomik, askeri ve sosyal düzenlemeleri ile yüz yüze buldu; NATO askeri bir yapılanma olmasına rağmen hayatın bütün alanlarında varlığını hissettirerek ona üyelik, hayatın her alanında Türkiye üzerinde ağır bir vesayete dönüştü.

NATO, 1960 ve 1980`de olmak üzere Türkiye`de iki darbe düzenledi, 1971`de hükümeti bir muhtıra ile devirdi, 28 Şubat 1997`de hükümeti kendi güdümündeki ulusalcı yapıya ezdirdi. Buna karşılık Türkiye`ye bir şey vermedi, Türkiye`yi ilgilendiren hiçbir sorunda Türkiye`nin yanında durmadı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti hükümeti, muhtemelen 2009`dan bu yana NATO`nun Türkiye`yi dışarıda kuşatma, içeride ise istikrarsızlaştırma çalışmalarını sürdürdüğü kanaatindedir. Bundan vazgeçme karşılığında ise doyumsuz bir canavar gibidir; ona muhalefet, ona teslim olmaktan daha kârlı görünmektedir. Suriye savaşının sürüklendiği yer, bu kanaati pekiştirmiş olmalıdır. Türkiye, ilk kez NATO ile yolunu ayırma sürecine girmiş görünmektedir. Bu, Türkiye`nin tarihi Batı kuşatmasından kurtulma çabasıyla eş anlamlıdır. Batı, bunu hiçbir şekilde kabullenmeyecektir. Türkiye, kendisini sistemin dışına atıyor. Müfit Yüksel`in ifadesiyle kendisini sistemin dışına atan sistemin hedefi haline gelir.

15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle Türkiye`nin NATO sorunundan kurtulma süreci durdurulmak istenmiş ancak ABD liderliğindeki Batı emellerine ulaşamamıştır.

Ne var ki Cumhurbaşkanı, bu girişimle birlikte, 28 Şubat`ta ABD`nin her isteğine razı olup İsrail güdümüne girdikleri hâlde ABD`yi tahakkümü altına alma konusunda doyuramayan ve ABD`yle ilişkiler konusunda derin bir pişmanlık duyan ulusalcılarla, onların özellikle askeri bürokrasideki ağırlığından dolayı ittifaka gitme ile yüz yüze kalmıştır.  

NATO`cu ekibin liderliğinin, sözde dini bir cemaat olan FETÖ liderliğine bırakılmış olması, 28 Şubat`ı gerçekleştiren ulusalcı ekibin ise onun karşısında yer alması NATO sorunundan kurtulma konusunda bir dizi çelişkiye, zorluğa yol açmaktadır.

Hükümet, NATO kuşatmasını en azından zayıflatmak için bile kendisini içerde FETÖ bürokrasisine karşı destekleyen, dışarıda da Rusya ve İran`la buluşturan eski ulusalcı bürokrasiyle işbirliği yapma zorunluluğunda görürken onun bu yöndeki adımları 28 Şubat mağdurlarının mağduriyetinin sürmesine ve dahası devletin yeniden o tür kokular vermesine, o rengin izlerine bürünmesine yol açmaktadır. Bu durum, topluma ağır bir rahatsızlık olarak yansımakta, Cumhurbaşkanı Erdoğan`a duyulan güvene rağmen “işlerin varacağı yer konusunda” kuşkular oluşturmaktadır.

Hükümetin, mevcut durumda NATO kuşatmasını zayıflatması, 28 Şubat mağdurlarını somut adımlar atarak ikna etmesinden geçmektedir. Çünkü nihayetinde 2019`a girildiğinde kendisini ayakta tutacak olan bu kesimdir. Bu kesimin desteği söz konusu olmadan NATO meselesini çözmek mümkün değildir.