Türkiye semalarını yeniden ırkçı bir söylem kaplıyor, herkesin endişe duyacağı can sıkıcı bir atmosfer oluşturuyor.

Her gün fütursuzca söylenen sözler, onarılması kolay olmayan tahribatlar yapıyor.

Irkçılık, İslam dünyasına, Yahudi düşünürlerin maharetiyle bölücü bir eğilim olarak ithal edildi. Ümmet büyüklüğünden kopup kavim dar çerçevesine sıkışma endişesi toplumları ürkütmesin diye önce Pan-Türkizm ve Pan-Arabizm denen iri milliyetçilikler üretildi. Bu iri milliyetçilik üzerinden bir kısım okumuş kişi bir araya getirilip bir çekirdek yapı oluşturulduktan sonra ırkçılıkta yeni bir safhaya geçildi.

Pan-Türkizm ve Pan-Arabizm`in Batı`nın mücadele etmek istemeyeceği kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış, büyük bir demografiye sahip, zengin yer altı ve yer üstü kaynakları bulunan devasa devletlerin oluşumu için esas oluşturabileceği  görüldü. Bu akımların peşinden gidenler, “mantıksızlık”la itham edilip yer yer adlî soruşturmalara uğradıktan sonra onların yerine “Anadolu gerçeği”, “Mısır gerçeği”, “Tunus gerçeği” iddialarıyla “küçük vatan” merkezli bölgesel milliyetçilikler geliştirildi.

Proje dikkatle incelendiğinde ana hedefin Batı`nın baş edemediği Ümmet büyüklüğünden, rahatlıkla hegemonyası altına alabileceği “küçük ülke” üretimi hedefine dayandığı görülmektedir.

Ne var ki milliyetçilik, çok etnikli ülkelerde vatan edinilen “küçük ülke”de son bulmaz.  Bölücü özelliğiyle yeni bölünmeler meydana getirerek hiyerarşik olarak birbirinden kopuk, idealleri birbirine uzak, güçleri bir birine yakın, zemin yakınlığından ve ortak ideallerinden dolayı birbiri üzerinde hak iddia eden, bu hak iddiasını çatışma sürecine götüren ama bir türlü yenişemeyen, bu yüzden de birbirlerine karşı dış güç yardımı talep eden daha küçük ölçekli devletçikler oluşturur. 

Türkiye, Lozan görüşmelerinin baskısı altında, Pan-İslamizm diye adlandırılan Ümmetçilikten ve Pan-Turkizm denen Turancılıktan uzak durma; kıblesini Batı`da arama ilkesi üzerine kuruldu.  Sistem, başta eğitim ve yargı kurumları olmak üzere bütün yapısıyla bu ilkeyi dayattı. Formal ve informal eğitim üzerinden sistemin bu ana ilkesine ayak uydurmayanlar, yargı üzerinden hizaya getirilmeye çalışıldı.

Bu zorlayıcı ve ürkütücü düzeneğe rağmen, Ümmet genişliğine ve bütünlüğüne alışan halk, içine sıkıştırıldığı bu zarfa sığmaya razı olmadı. Dünyanın bir ucunda Müslüman kardeşi bir sorun yaşadığında, resmi sınırları tanımadı, uluslar arası anlaşmalarla belirlenmiş sınırları aştı, o kardeşine uzandı, onun derdiyle dertlendi, ona elinden geldiğince yardım etmeye gayret etti. Mağdur Müslümanlara yönelik yardım kampanyaları Türkiye`de bu Ümmet bağı sayesinde büyük ilgi gördü, uzaklardaki nice Müslümanın kırık kalbini onardı, hatta kimi zaman yarasına merhem oldu.

15 Temmuz`dan önce Türkiye`de bu Ümmet bağı yerine Batı`ya bağımlı bir enternasyonallik yerleştirilmeye çalışıldı. Malum yapının maharetiyle yardımlar İslam aleminden toplanacak; ama götürülen yere hep Batı`nın izninin değeri hissettirilecek, Müslüman malı ile Batı`ya bağımlılık güçlendirilecekti.

Az kalsın bu hile tutuyordu. 15 Temmuz`da darbe girişimine karşı direnişle bu hile boşa çıkarıldı. Ama yeni bir tuzakla karşı karşıya geldik.

15 Temmuz`da milliyetçi çevrelerin darbe karşıtlığına verdiği destek, hayatî bir öneme sahiptir. 15 Temmuz darbe girişimini başarısızlığı uğratanların milliyetçi çevreleri yanlarına almış olabilmeleri ve sonraki süreçte yanlarında tutabilmeleri dış güçlerin oyununu boşa çıkaran büyük bir değer arz etmektedir. Bu birliktelik korundukça dış güçlerin hevesleri kursaklarında kalacaktır.

Bu birliktelik, milliyetçi çevrelerin son yirmi-yirmi beş yılda geçirdikleri dönüşümün başarısı olarak görülmeli, ırkçı bir söyleme yol açmamalıdır. Irkçılık, İslam aleminde dış kaynaklıdır. Bu birlikteliği ırkçı bir söyleme dönüştürmek, dış güçlerin 15 Temmuz`da ulaşamadıkları hedeflerine dolaylı olarak ulaşmaları olarak görülmelidir.

Zira 15 Temmuz, Türkiye`nin ilk kez “kendi kafasıyla düşünerek” içeride bir değişim gerçekleştirme ve bunu ülkenin güçlenmesi için İslam alemi ile bağı güçlendirmek için zemine dönüştürme çabasına karşı yapılmıştır. O geceden bugüne yaşananlar, bunu açıkça göstermektedir.  

“Yurtta sulh, cihanda sulh!” diyenler, parlak sözcüklerle İslam dünyasına kapalı, Batı`ya bağımlı geçmişin etkisiz Türkiye`sinin yoluna olduğu gibi devam etmesini dayattılar, başarılı olamayınca kendilerini destekleyen dış güçlerle birlikte halkın üzerine bomba yağdıracak çılgınlığa vardılar.

Irkçı bir söylem de Türkiye`yi önce İslam aleminden soyutlar,  Batı`nın dayattığı ilkeleri aşarak İslam alemine açılma eğilimi içinde olan Türkiye`nin İslam alemi ile ilişki zeminini tahrip eder, bununla birlikte içeride de problemlere yol açarak istenmeyen neticeler hasıl eder. Bu durumda, “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyenlerle amacına ulaşmayan Batı, kaynağı yine kendisinde olan ırkçı söylemle hedefine ulaşmış olur.

Milliyetçi söylemin başlangıç itibariyle toparlayıcılığı baş döndürür ama bu söylem yol aldığında toparlama hızıyla dağıtır. Bu yüzden milliyetçi söylem, “küçük vatan” merkezli, küçük, etkisiz ulus devletlerin söylemidir.

Irkçı bir söylem, ulus devletlerin esasını teşkil edebilir, büyük işgaller gerçekleştirebilir. Ama asla fetihler gerçekleştiremez, dışarıyı açılımı kalıcılaştıracak eserlere kavuşturamaz.

Irkçı bir söyleme yönelmek, Türkiye`nin şikâyet ettiği döneme dolaylı olarak geri dönmesidir. Siyaseti memleket menfaati için yapan hiç kimse o döneme geri gitmek istemez. Bununla birlikte kimse, kendi söyleminin ırkçı olduğunu da kabul etmez. Oysa ırkçılığın ölçüsü bellidir. Herhangi bir toplumla ilgili her gelişmeyi karşı yapılmışçasına sorgusuz sualsiz kendisine karşı yapılmış gibi tepkiyle karşılamak, tepkiyi de aşıp hakaret edecek boyutlara götürmek ırkçılıktan başka bir şeyle ifade edilemez.

Irkçının, şeytanın lanetlendiği gibi ırkçılığın lanetlendiğini bilmesi, onu sürekli kendisiyle ilgili ırkçılık inkârına, zihninde şeytanlaştırdığı karşıtlarının ise ırkçı olduğu iddiasına götürür. Dolayısıyla ırkçının ırkçı olup olmadığına karar verecek olan ırkçının kendisi değildir. Hitler`in yol açtığı onlarca milyon insanın ölümünden bu yana kimse kendisine faşist dememiştir. Ama ortada bir faşizmin olduğu da açıktır.

Irkçıya verilecek en büyük destek, onun söylemini paylaşmak, ona haklı olduğuna dair umut vermektir.

Irkçılık zehirli, hafif bir hava gibidir, hemen yayılır ve karşıtını oluşturur. Irkçının haklı olduğu imasında dahi bulunmak bu yayılmaya ve bu karşıt akıma destek vermek anlamına gelir.

Türkiye`de ve İslam âleminin tamamında ırkçılık, “milli olmak” ve “bütün kalmak” adına desteklenecek değil, engellenecek bir akımdır. Irkçılık milli değildir, Batı kaynaklıdır; farklı köklerden gelen toplumların İslam inancı üzerine kaynaştıkları bir coğrafyada bütünlükçü değil, bizzat bölücüdür.

Şeytandan uzak durmak gerektiği kadar, ırkçılıktan uzak durmak gerekir. Aksi hâlde şeytanın tuzağına düşülür.