Şubat 1871`de Hakk`ın rahmetine kavuşan Şeyh Şamil`in 1624`te vefat eden İmam-ı Rabbânî ile ilgisini, İslam tarihinin ihya ve direniş merkezli okutulmadığı günümüzde kaç kişi bilebilir?
Şeyh Şamil, bilindiği üzere Çeçenistan mücadelesinin simge ismidir. Kafkas Kartalı Şeyh Şamil, Şeyh Halid-i eş-Şehrezûrî el-Bağdadî üzerinden Rabbânî-Müceddidî tasavvuf yolunun bir temsilcisidir. Bu yolun mensupları, Şah-ı Nakşibend ile Gazâlî`nin İhya`daki düşüncelerini buluşturmuş, nefis terbiyesi kadar bir direniş geleneği de inşa etmişlerdir.
Rabbânî, çağının tağutu Ekber Şah`a karşı mücadele etmiş, onun “din-i ilahî” adı altındaki seküler ve karma din üretiminin Hindistan`da neden olduğu tahribatın izalesi için bir direniş yolu inşa etmiştir.
Rabbânî, medrese ve tekkeyi buluşturma, bid`atlerle mücadele, halkı ilim ehli mürşidlerin çevresinde cemaatleştirerek şuurla buluşturma mevzularında büyük bir başarı elde etmiştir.
Rabbânî, Ekber Şah`ın ölümünden sonra yerini alan oğlu Cihangir Şah`ı, cezaevinde olmasına rağmen tenzir etmeyi sürdürmüş, nihayetinde Cihangir Şah onu cezaevinden çıkararak kendisi için üstad edinmiş, babası Ekber Şah`ın yaptığı tahribatı Rabbânî`yi önder edinerek giderme yolunu seçmiştir.
Cihangir Şah`ın uygulamalarının babası Ekber Şah`ın uygulamalarına zıt düştüğü düşünüldüğünde İmam-ı Rabbânî, Hindistan`ın Miladî 17. Yüzyılda yaşadığı İslamî devrimin önderi konumundadır.
Rabbânî bu önderliğine rağmen, sade hayatını sürdürmüş, Cihangir Şah`ın üstadı makamına çıktıktan sonra devleti gayri İslamî uygulamalardan arındırmaya öncülük ettiği gibi toplumu cehaletten; tasavvufu bid`atlerden arındırmak için hizmet etmeye devam etmiştir. Rabbânî`nin hareketi ona “Müceddid”, yoluna da “Müceddidiye” unvanı kazandırmıştır. Müceddidiye, Şah Veliyullah Dehlevî gibi büyük bir âlim ve Şeyh Abdullah-ı Dehlev gibi büyük bir tasavvuf önderini yetiştirmiş, İsmail Şehid gibi gençlerin önderliğinde Hindistan Müslümanlarının İngilizlere karşı mücadelesini örgütlemiş, İslam âleminin neredeyse tamamının takdirini kazanmıştır. Ne var ki Müceddidiye o başarısına rağmen, Hindistan`ın işgalinin önüne geçememiş; Hindistan`da İslam`ın iktidarının yolunu açamamıştır.
İmam Rabbânî`nin öncüsü olduğu Mücediddiye, Mevlana Şeyh Halid-i eş-Şehrezûri el-Bağdadî`nin Şeyh Abdullah-ı Dehlev`e intisap etmesiyle İslam âleminin merkezi, kuzeyi ve batısına taşınmış; Kafkaslardan Filistin`e, Şam`dan Cezayir`e, Basra civarından Balkanlara geniş bir coğrafyanın bir dönem ana akımı hâline gelmiştir.
Şeyh Şamil de Cezayir İslamî hareketinin önderi Seyyid Abdulkadir el-Cezairî, Filistin cihadının önderi Şeyh İzzeddin el-Kassâm ve Şeyh Said el-Pehlevî gibi Mevlana Şeyh Halid üzerinden Rabbânî çizgiye bağlanmış; Kafkas Müslümanlarına yönelik ihya, tecdid ve direnişini o yol üzerinde inşa etmiştir.
Şeyh Şamil, Nakşî-Müceddidî (Rabbânî)-Halidî yolun diğer önderleri gibi ihyayı, tecdidi, direnişi seçen âlim bir mutasavvıftır. Gençliğinin ilk yıllarında sağlam bir medrese eğitimi almış, ardından Mevlana Halid`e intisap ederek tasavvuf yolunu öğrenmiş, öğrendiklerini Rabbânî-Halidî yolun diğer önderleri gibi, âlimlerle olduğu kadar halkla da paylaşmış, Kafkas Müslümanlarını Rusya`nın ifsadına karşı örgütlemiş, Rusların İslam`ı Kafkasya`dan uzaklaştırma çalışmalarını yenilgiye uğratmayı başarmıştır.
Bununla birlikte toplumunun dini ve siyasi önderliğini şahsında buluşturan Şeyh Şamil, Rusya`nın Çeçenistan`daki işgalini sonlandıramamış; Çeçenistan`da bir İslam devleti kurmayı başaramamıştır.
Şeyh Şamil, bu özelliğiyle sadece Hindistan`daki Rabbânî çizgiye dayalı İslamî ihya, tecdid ve direnişle aynı noktada kalmamış, Halidî yolun diğer önderleri ile de aynı noktada kalmıştır.
MÜCEDDİDİYE YOLU NEDEN DEVLET KURAMADI?
Rabbânî Halidî yolun, takdire şayan mücadelesine ve toplumu etkileme özelliğine rağmen, herhangi bir ülkede iktidara gelecek bir başarıya ulaşmaması, hareketin dışındaki etkenlerle açıklanabilir:
O dönemde Batı, en güçlü çağında; İslam dünyası tarihinin en güçsüz dönemlerinden birindeydi. Müslümanlar, ağır silahların karşısına mavzerlerle çıkıyorlardı. Müslüman ülkeleri idare edenler, gaflet içinde idiler, iktidarlarının hep süreceğini düşünüyorlar, Kur`an`ın ahkâmına karşı duyarsız oldukları için güçlü Batılı devletlerle işbirliği yoluna gitmekten çekinmiyorlar, halkın direnişine destek vermiyorlardı.
Bu gerçeklerin İslam dünyasındaki direnişi olumsuz etkilediği muhakkaktır. Ancak söz konusu gerçekler, tecdidi, ihyayı, direnişi seçmiş Rabbânî-Halidî hareketin dilenen neticeleri almamasının tek veya asıl sebebi olmamalıdır. Zira, bu sebep, tecdidi, ihyayı, direnişi seçmiş bir hareket neden halkı ikna ettiği gibi idarecileri ikna etmeyi başaramadı, Müslümanları Batılılar gibi güçlü kılacak bir yolu neden bulamadı? Sorularını açıkta bırakmaktadır.
Bu irdelemede, söz konusu yolun devlete ulaşmamasının nedeni olarak genellikle tasavvufun devrimden çok ıslahatı seçmesinden söz edilmektedir. Bu görüş isabetsizdir, zira silahı eline alarak savaşmayı seçmiş bir hareketin ıslahata takılıp kaldığı iddia edilemez. Diğer yandan söz konusu sonuç, ıslahatçılıktan kaynaklansa hareketin ıslahat programlarını uygulayan devletler kurma ya da bu tür programları uygulayan devletlerin başına gelme başarısını göstermeleri gerekirdi. Oysa hareket, devlet kurma ya da iktidarı ele geçirme konusunda her dönem ve ülkede başarıdan uzak kalmıştır.
Hakikatte Rabbânî-Halidî yol, İmam-ı Rabbânî`nin döneminde Ekber Şah`ın rejimine karşı kazandığı başarıya rağmen, devlet odaklı değil, toplum odaklıdır, hatta kimi zaman birey odaklıdır. Zihin dünyası daha çok bireyi ve bireylerin buluşmasıyla toplumu ıslaha dönüktür, dolayısıyla bir devlet projesinden yoksundur. Bu devlet projesinden yoksunluk, hareketin selef-i salihine tabi olmayı “İslam`ın zaten bir devlet yönetme biçimi vardır” çizgisinde yorumlamasıyla da ilgilidir. Hareket ta İmam-ı Gazâlî`nin sorunu birey ve toplumun ihyasında ele alan yaklaşımında kalmış, tabanı iyi oluştururken çatının günün gerçekleri içinde nasıl çakılacağı ya da onarılacağıyla ilgilenmemiştir. Birey ve toplumun ıslah olması durumunda devletin kendiliğinden ıslah olacağı düşüncesiyle hareket etmiş; birey ve toplumun ıslahına dönük reçeteler ortaya koyarken devletlerin ıslahı konusunda neredeyse hiçbir şey söylememiştir.
Bu yaklaşım, gaflet içinde bulundukları dönemlerde bile ülkelerinde etkili bir değişim için üretilen projelere karşı duyarsız kalamayan devlet idarecilerinin Rabbânî-Halidî yola devletin ıslahı açısından ilgi duymasını engellemiştir. Başka bir ifadeyle, Rabbânî-Halidî yolun devlette etkili bir değişim için projeler üretmemesi, devlet idarecilerinin algılarını bu yola kapalı tutmuştur. Ancak söz konusu yolun buradaki eksikliği, sadece devlet idarecilerinin değil, toplumun da bu yola duyduğu bütüncül bir güvenden yoksun kalmasına yol açmıştır. Zira toplum, yol göstericilik konusunda, kendisini sosyal huzursuzluk bataklığından kurtarıp siyasi bataklık ile karşı karşıya bırakıp giden bir kurtuluş reçetesine bütün olarak teslim edemez. Sosyal hususlarda o yola dayanırken siyasi hususlarda başkasına umut bağlayacaktır ya da o yolun siyasetle ilgili tutumunu kuşkuyla karşılayıp ona toplumsal ıslah konusunda destek verirken siyasi konularda yeterli desteği vermeyecektir. Nitekim Rabbânî-Halidî yolun oldukça güçlü olduğu yörelerde bile halk, devlet yönetimi ile ilgili seküler projelere ilgi duymuş, bu yönde başarıyı vadeden seküler siyasi hareketleri “En kötü devlet devletsizlikten iyidir” yaklaşımıyla kendi inancına karşı olduğunu bilmesine rağmen desteklemiştir.
Rabbânî-Halidî yolun diğer problemi, bu yolun nefisle mücadele yaklaşımını siyasi mücadelede de esas alıp başarıyı değil, direnişi kutsaması, hatta mutlak başarının mümkün olmadığına inanmış olmasıdır.
İslam âleminde Rabbânî-Halidî yolla sınırlı kalmayan başarıyı değil, direnişi kutsama anlayışı İslamî mücadelenin hedeflerine ulaşmasındaki en önemli engellerden birini oluşturmaktadır. Nefisle mücadele gibi bireysel bir husus üzerine kurulan bu yaklaşım, mutlak bir zaferi öngörmediği, en azından önemli bulmadığı içini zafer durumunda halkın hangi projeler doğrultusunda idare edileceği konusunda herhangi bir arayış içine girmeyi anlamsız bulmuştur. Oysa nefisle mücadelede direnişin esas alınması ne kadar ikna edicisi ise siyasi bir güce karşı mücadelede direnişin esas alınıp zafer durumunda hangi projelerin uygulamaya konacağının belisiz olması ikna ediciliği o kadar olumsuz etkileyecektir. Halk, kendisine nefisle mücadeleyi öğretenleri sever, onlara saygı da duyar. Ama devletini nasıl yöneteceğini kendisine açıkça beyan etmeyenlere, bu hususta kendisini ikna etmeyenlere, kim olurlarsa olsunlar, devleti gönül rahatlığıyla teslim etmez, onların bir devlet idaresinin başına geçebileceklerine de inanmaz.
Miladî 20. Yüzyılın İslamî hareketleri, İslam âlemine büyük hizmetler eden Rabbânî-Halidî yolu, bu yönde müspet bir eleştiriye tabi tutması gerekirken dış güçlerin oyununa gelerek tümüyle kötüleme yoluna gitmişlerdir. Bu yüzden o büyük şahsiyet ve hareketlerin birikiminden yoksun kalmışlar, kökten bir değişimi hedeflerken köksüz kalıvermişler, devlet idaresini elde etme başarısına ulaşmadıkları gibi Rabbânî ve Halidî yolun gerisine de düşerek birey ve toplumların dahi gönlünü kazanamamışlardır.