Sivas Davası, yürürlükteki yasalara göre, henüz haklarında soruşturma açılmamış kişiler açısından zaman aşımına uğradı. Ama bu zaman aşımı henüz karara dönüştürülmedi.
Davanın müdahil avukatları, sözde Aleviler adına boy gösteren, gerçekte solun militan dernekleri ve solcu siyasetçiler, bu davayla ilgili zaman aşımı işletilmesin, diyorlar. Açık bir şekilde yasal ayrıcalık istiyorlar.
Sivas vakasının tahrikçisi belli: Aziz Nesin ve onun etrafındaki bir avuç ulusal solcu. Onların hakkında hiçbir ceza verilmiş değil. Dönemin Sivas Valisi, bizzat koalisyon ortağı SHP tarafından önerilen vali ve diğer görevliler, onların durumu mahkeme yüzü görmemiş.
Sivas vakasının otel kundakçıları belirsiz. Bugüne kadar kimin, canların yanmasına yol açan ateşi yaktığı tespit edilememiş. Bizzat davanın müdahil avukatlarının itirafıyla bugüne kadar ceza alan kişilerle o gösteriye katılan on binlerce kişinin konumu aynı. Ceza alanlar, sadece sembolik olarak seçilmiş ve solun sorunuyken Alevilere ait kılınmış “mağdur tarafı” tatmin etmeye yönelik bir isteğin kurbanı edilmiş.
Ama bu ağır karar, davanın solcu avukatlarını tatmin etmemiş. Bu davayı yeni sanıklar açısından zaman aşımına uğratmayacak yasal bir değişiklik yapılsın, üstelik bu yasal değişiklik, sanık olarak ileriye sürülecek kişilerin aleyhine geriye işletilsin, diye baskı yapıyorlar.
İşte bu “geriye işletme” isteğinde öyle bir “gen ortaklığı”, bir “soy birliği” sırrı var ki onu görmeden solu tanımak mümkün değildir.
“Geriye işletme” açıkçası hukuk tanımamadır; kimin aleyhine işletiliyorsa onu hukuktan mahrum bırakmak, bir bakıma onu insan saymamak, insan haklarına layık görmemektir.
Bakın “geriye işletme” nerde kendini göstermiş: 1- Şapka Kanunu mağduru Atıf Hoca`ya idam cezası verilirken 2- İmam Hatip Liselerinin önünü kapatmak için “kat sayı” uygulaması getirilirken.
İkincisi basit gibi görülebilir. Ama eğer birincisi bir bedenin katli ise ikincisi de bir neslin eğitim hakkının katli idi ve her ikisi de “geriye işletme” noktasında sistemin, uluslar arası sistemle birlikte mütedeyyin insanları hukuk açısından, insan hakları açısından yok sayma karakterinin bir yansımasıydı.
O kimilerince “barışçı”, “özgürlükçü” olan sol, Sivas vakasında bu karakterin sürekliliğini istiyor; genleri gereği istemekle kalmıyor, dayatıyor.
Şimdiye kadar herkes solun sadece halkı “çağdaşlaştırma” adına ahlaktan, maneviyattan uzaklaştırma konusunda sistemin sürekliliğini istediğini, sistemle sadece bu noktada gen ortaklığına, soy birliğine sahip olduğunu sanıyordu.
Hayır! Sivas vakasındaki tavır bir kez daha gösteriyor ki sol, sistemin baskıcı genlerini de taşıyor; söz konusu olan “solcu” olmayanlar olunca sistemin baskıcılığını tekmil temsil ediyor, seslendiriyor, dayatıyor.
Hayır! Sivas vakasındaki tavır bir kez daha gösteriyor ki sol, sistemin baskıcı genlerini de taşıyor; söz konusu olan “solcu” olmayanlar olunca sistemin baskıcılığını tekmil temsil ediyor, seslendiriyor, dayatıyor.
Neden? Çünkü sol, sistemin kendisindendir de ondan. Merhum İzzetbegoviç, bu tespiti uluslar arası kapitalist ruhlu sistem için yapıyor; solu ondan kurtuluş için yol görenlerin aldandığını, baskıcılıkta kapitalizmin hazırlanmış, ayarlanmış, sözde muhalif diye gösterilmiş tuzağına düştüğünü bildiriyor. İzzetbegoviç büyük bir zahittir.
Solun Türkiye`deki durumunu ise sistemin bizzat içinden biri söylüyor, sistemin içinden olunca “itiraf ediyor” demek gerekiyor. Emre Kongar`dır “o itirafçı”.
Kongar, “Toplumsal Değişme” adlı kitabında bunu kısmen açıktan, kısmen ima yoluyla beyan ediyor. Sistem 27 Mayıs`tan sonra bir yandan Devlet Planlama Teşkilatı, Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu gibi yapılar üzerinden yeniden kadrolaşırken “sosyal sınıflar” arasında da kendisi için taban oluşturma arayışına gitti, diyor.
Sistem, bu sosyal arayışta kendisi için üç verimli alan belirledi: İşçiler, Aleviler, Kürtler. Sistemi, “çağdaşlaştırma” konusunda soldan yanaydı; araç olarak kendisine solu seçti, onu piyon olarak kullandı ve bu üç kesimin muhalefetini, hak isteklerini sola kanalize etti. Zavallı yoksul işçiler, Dersim sürgünü Aleviler, isyanlarla anılan Kürtler, sisteme muhalefet etmek isterken sistemin sol havuzunun içine düştü.
Sistem, solun bu hizmetinin hakkını hep verdi. Solun en militan gruplarının bile gösteri yapmasına, sivil toplumda örgütlenmesine, gazete ve televizyonlarda “aydın” kisvesi üzerinden temsil edilmesine, onların medyada “saygın muhalif”, “kahraman devrimciler” olarak pazarlanmasına izin verdi. “Muhalif” sınıfında oldukları için onları ezmedi mi ezdi elbette? Ama onların muhalefet haklarını da hep korudu. Bu hakkın ne kadar önemli olduğunu İslami kesimlere karşı takınılan tutumda bulabilirsiniz. Bu kesimin en ılımlı kişilerinin bile sivil örgütlenme isteği, baskı altında tutuldu, kesim, bütün temsilcileriyle “gösteri” hakkından mahrum bırakıldı, mağdur temsilcilerine asla “aydın” sıfatı verilmedi.
Nazım Hikmet ve Üstad Said-i Nursi… Solun büyüğü Nazım, Türkiye`yi işgal etmek isteyen ve üstelik o günlerde bu güce sahip Sovyet rejimiyle açıkça işbirliği yapmış. Ama bugün şiirleri ders kitaplarına bile konmuş. Üstad ise halkı sadece imana çağırmış, belki şaşıracaksınız ama hala risalelerinin kimi kurumlara girmesi yasak. Neden? Çünkü muhalefet sadece Nazım`ın solunun hakkı. Said-i Nursi`ye o hak yok. Üstelik o hakkı söz konusu kurumlarda solun o sosyal sınıflarının değişik sendika mensupları engelliyor.
Bu “sosyal taban” bir yolunu bulup da 1950 öncesinin asker-bürokrat-burjuva kadrolarıyla iktidarda buluşabilirse hem bugün kimi eğitim sendikaları üzerinden yürüttüğü “çağdaşçılık” dayatmasını hem kendisinden olmayanlar için hukuk tanımaz tavrını tekmil yürürlüğe koyacaktır.
Ne yazık ki bugün bu tehdit hala bertaraf olmuş değildir.