Herhalde sıradan Müslüman bir yana, bir fikri düzeye ulaşmış Müslümanlara dahi bugünün tarihi sorulsa 14 Muharrem 1433 cevabını verebilecek çok az kişi vardır.
Gün bir yana, ay bir yana yılı bile hatırlamıyoruz. Büyük hicret vakasına rağmen, acılı 10 Muharrem`e rağmen, eski ümmetlerden bize geçen aynı tarihteki Aşura Günü`ne rağmen hatırlamıyoruz.
İslam, doğuşundan hemen sonra devletleşti, devlet olarak dünyaya yayıldı. Müslümanların zihin ve pratik ayarları genellikle “resmi olana” ayarlıdır.
Fasıklar emir oldu, zalimler emir oldu. Hiçbiri, İslam`ın simgeleriyle oynama cesaretini kendisinde bulamadı. Zalimin zulmü, kendisini yerinden etmek isteyen muhaliflerine yöneldi; fasıkın fıskı kendi dar çevresinde kaldı. Onları saran, bir kulağı halkta, dili de halka dönük olana mekanizma, İslam`ın temel hükümlerinden, şeairlerinden birini kaldırma, Müslümanların yaygın uygulamalarından birini Hıristiyanlara, Yahudilere uydurma niyetinin oluşmasına izin vermedi.
Müslümanlar; emir, zalim veya fasık olsa da Şeyhülislam var, vezirler var, diğer divan adamları var, dedi; resmi makamlardan gelen sosyal kararları istisnalar dışında güvenle uyguladı.
Miladi 1914`te despot ittihatçıların güçlü günlerinde bile Osmanlı İçişleri Bakanlığı, Şeyhülislamlığın önerisiyle Müslüman kadınlar tesettür nizamnamesi yayımladı, buna uymayan Müslüman kadınların polis tarafından uyarılması emredildi. 1920`den sonra bile hem de Mustafa Kemal`in başkanlığındaki meclis, Ankara`da içki satışını resmen yasakladı.
Ama 1923`ten hemen sonra Batılı güçlerle sürdürülen Lozan Anlaşması sürecinde her şey birden değişti. Hindistan`daki Alemgir vakası bir yana tarihte ilk kez resmi makamlar, İslam`ın simgelerini kaldırma, hükümlerini yasaklama, Müslümanların yaygın uygulamalarına son verme yoluna gitti.
Bu kadar ağır bir şoka hazır değildik. Namazımızı koruduk, orucumuzu koruduk, ezanımızı korumak için çırpındık. Ancak İslami hayatın devleti ilgilendiren yönlerini korumada aynı başarıyı göstermedik. Devletin müdahalesine açık alanlarda ağır da olsa kendimizi resmiyete uydurduk.
Medreselerimiz resmen kapatıldı, sivil olarak sürdüremedik; kıyafetinizi değiştirin dendi, değiştirdik; harflerinizi değiştirin, dendi, değiştirdik; tatil günlerinizi değiştirin, dendi değiştirdik; takvimlerinizi değiştirin dendi… İhtiyarlarımız bir süre devletin hesabına karşı “bizim hesabımız” ayrımını sürdürdü, hocaya, bilene Hicri takvime göre gün sordu; onlar öldü, hocaların cep takvimleri yıprandı, ceplerindeki ezana göre ayarlı saatler eskidi, Diyanet`in, Miladi tarihi büyükçe gösteren resmi takvimleri evlerimizde yerini buldu, Hicri takvim tarih oldu.
Kemalist bir profesör, şapkaya harf değişikliğine tepki gösteren toplumun takvim değişikliğine ses çıkarmamasına hayret eder; “Herhalde şapka ihtilali`ndeki sert tavır ve kararlılık, toplumun böyle bir tepkiye cesaret etmesini engelledi” der.
Hayır, tek neden “yüreğini yitirmek” değildi. Müslüman toplum, takvim değişikliğinin önemini ihtilalciler kadar bilmiyordu, onların ne yapmaya çalıştığını anlamıyordu.
“Ulus devlet ihtilacileri” için bugünün ve geleceğin, düşünce ve hayat ayarları geçmişte saklıydı. Onlar, geçmişle oynayıp bugüne ve geleceğe ayar veriyorlardı. Takvim değişikliğiyle tarihe sadece birkaç yüzyıl eklemediler.
İnsan şuurunda zamanın büyük anlamı vardır. Hayat, zamandan ibarettir ve her ibadet zamana göre yapılır. Ulusalcılar, takvim değişikliğiyle bizim zaman algımızı bozdular. Daha önce bizim için her şey İslam`dan önce ve İslam`dan sonra diye sınıflandırılırken bu değişiklikle her şeyi Hıristiyanlıktan önce ve sonra diye ayırdık. İslam`ın zaman algısından koparılıp Hıristiyan Batı`nın zaman algısına teslim edildik. Biz de bu teslimi kabullendik.
Böyle olmak zorunda değildik.
Süryaniler, Ermeniler, Rumlar yüzyıllardır kendi simgelerini, algılarını, alışkanlıklarını sivil olarak sürdürüyorlar.
Modern çağda gerek işgaller, gerek Müslümanların göçüyle dünyanın dört bir yanında “azınlık Müslüman toplumlar gerçeği” oluştu. Onlar, oralarda devletlerin müdahalesine kapalı bir İslami hayat sürdürmek durumunda oldukları gibi resmi uygulamalarla İslami hayat arasında uyumsuzluğun bulunduğu, halkı Müslüman ülkelerde de Müslümanlar sivil hayat tarzlarını inşa etmek durumundalar.
Bayramlarımız, mukaddes gecelerimiz, orucumuz Hicri takvime ayarlı… Bizim zaman algımız ise Hıristiyan takvimini gösteriyor
Aradan geçen 80 yıl, şoku atlamamız için yeter… Bundan sonrası, ağır ve köklü alışkanlıklar oluşturur.
Allah`tan umut kesilmez ama içinde dinin, irticanın anılmadığı Dersim vakasının bile doğru dürüst tartışılamadığı bir ortamda resmi bir değişiklik beklemek… “Resmi olanı değiştirene kadar”, “resmi olana” uymak; hatta bir zorunluluk yok iken ona bu kadar teslim olmak; dini hayatın ayarlarını devletlerin yapısına ve hükümet değişikliklerine bu kadar endekslemek akıl kârı değil.
Mümkün olanı uygulamak, bütünden vazgeçmek anlamına gelmez; aksine bütüne olan samimi bağlılığı daimi hazırlığı ifade eder.
Hicri takvim, neden daha büyük harflerle duvarlarımızda yerini almasın? Düğünümüzde, buluşmamızda neden Hicri tarihi gözetlemeyelim? Bunun önünde hangi engel var ki?