Zühdsüz siyaset çözüm olmadığı gibi, siyasetsiz zühd de çözüm değildir. İkisi ancak bir arada olduğunda Resulullah salallahü aleyhi veselleme nazil olan nizam Müslümanları dünyanın önderleri yapabilir. Aksi halde Müslümanlar, ya modernleşme öncesi zühdleri takdir edilmesi gereken Katolik topluluklara dönüşecekler ya da Protestanlar gibi dinden söz ede ede, “din çağı geçti” iddiasının savunuculuğuna sürüklenme gibi bir hâl yaşayacaklar.
Müslümanların siyasetle nefis terbiyesini karşıt hâller olarak görmeleri, Asr-ı Saadet`ten hemen sonrasına kadar dayanır. Nefsini terbiye etmeye çalışan Müslüman, ilimle de arası iyi olmadığında, kendi yolunu kendi belirleme yoluna gitmiş, Hz. Resulullah salallahu aleyhi vesellem`in sünnetine ve Raşid Halifelerinin (Allah onlardan razı olsun) yoluna rağmen siyasetle uğraşanın her ne olursa olsun nefsine uyacağı hükmünü vermiştir. Bu akım, sonradan Müslüman olanların etkisiyle hızla yayılmış; neticede idareci olanın ya da olmaya talip olanın zahid olamayacağı, zahid ise zühdden uzaklaşacağı Kur`an ve sünnete rağmen yaygın bir kabule dönüşmüştür.
İslam alemi, bu akımın bedelini ağırca ödeyerek İslam`ın altı yüzyılında kendini bu akımdan kopardı; zahid siyasetçiler yetiştirip sürecin yol açtığı tahribatı tamir etme yoluna girdi.
Ne yazık ki zamanla bu hâle yeniden dönüldü. Müslümanların zahidleri, zahid siyasetçinin asla var olmayacağı gibi bir zihniyetin etkisi altında olunca, idareci her kim ise ve her nasıl olursa olsun idare etmeye müstahaktır gibi Allah`ın ahkamına tamamen aykırı bir yargıya saptı. Zira Kur`an ve sünnetten bir kez sapma oldu muydu, o sapma ne kadar küçük olursa olsun çok ağır neticelere yol açabiliyor.
Müslümanlar, İslam`ın on ikinci yüzyılında (Miladî 19. yüzyılda) yanlışlarını bir kez daha hissettiler; 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde bu his, makulce ifade edilen bir düşünce sistemine dönüştü. Müslümanlar, zahid olmamanın idarenin karakteristik bir özelliği olmadığını, idarecinin sıradan kişilerden de daha çok zahid olması gerektiğini işlediler ve zahid Müslümanlar olarak idareye talip oldular.
Ama her nasılsa İttihad-ı İslam`la ifade bulan bu bereketli akım, zamanla pek çok noktada iç sapmalar yaşayarak zühdsüz bir siyasete yöneldi, siyasetten söz eden Müslümanlar, İslam`ı adeta bir takım dış kurallardan ibaret bilerek zühdü ihmal ettiler, farkında olarak veya olmayarak zahidi küçümsediler. Öyle ki sabahlara kadar siyaset tartışan, ümmetin uyanışından söz eden “entelektüel Müslümanlar” kimi zaman şafağa bisalat uykuda yakalandılar.
Onlar, siyasetin kendilerini dahi düzeltmediğini fark etmediklerinden İslam aleminde idari düzelmenin Müslümanların bütün problemlerini çözeceği kanaatine kapıldılar, buna hizmet etmeyen her tür hizmeti kendileri açısından engel sandılar, çoğu zaman küfürle yapacakları mücadeleyi bu konuda kendilerinden ayrı duranlarla mücadeleye ayırdılar.
Oysa idarenin düzelmesi, toplumun ıslahında önemli bir yer tutsa da asla zahidlerin yapacağı hizmetin tatil edilmesini gerektirmez. Aksine İslamî idarenin kısmen veya bütüne yakın inşası, toplumun ekonomik durumunu daima düzelttiğinden İslamî idare, zahidlerin hizmetleriyle desteklenmediğinde bizzat ifsadın sebepleri arasında yer alabilir. İslam tarihi, başta başa bunun örnekleriyle doludur.
Zühdsüz bir ekonomik kalkınma, İttihad-ı İslam önderlerinin felaketimizin üç büyük sebebinden biri olarak tespit ettikleri yoksulluğu giderse de bu tür kalkınmanın sağlayacağı olanaklar, yoksulluktan kurtulmuş bir İslam toplumunu değil, varlık içinde günahlara hücum eden bir toplumun besleyicisi olabilir. Müslümanlar, ekonomik kalkınmayı kendi kurtuluşları için gerekli enerjiyi sağlayacak unsur olarak tasarlarken onu bir anda ifsatlarının kaynağı, terbiye edilmemiş nefislerin günaha hücum etmesinin en etkili aracı olarak görmekle şoke olabilirler.
Bugün İslam dünyasında bir kesimin yaşadığı hâl budur. Siyasi düzelme ve ekonomik kalkınma için yıllarını veren Müslümanlar, toplumlara sağladıkları refahın İslam için çalışacak nesiller yetiştirmek yerine fırsat bulduğu anda günaha hücum eden, günahını meşrulaştıran hatta gaflet içinde günahını sürdürebilmek için dua eden kitlelerin enerji kaynağı olarak buldular.
Bayram tatili ve “ Rus turistler sevinci” bizi bir daha bu gerçeklikle yüz yüze getirdi. İbret turizmi değil ama eğlence turizmi, İslam aleminin bugün yaşadığı uç sosyal değişimin ana sebepleri arasındadır. Eğlence turizmi İslam dünyasında İslamî ahlakın da ve ondan nasiplenen geleneğin de patozları arasındadır. Düne kadar turist ağırlamaktan imtina eden Müslümanlar, kendileri turist olma yoluna girdiler; dünya sistemi içinde mahkum iken dünyanın hâkimleri gibi eğlenmeye, onlar gibi yaşamaya başladılar.
Düne kadar turizmi sömürgecilerin kolonilerine ziyaretleri gibi düşünenler, bugün turizm geliri uğruna her tür ilkeyi ayaklar altına almaya hazır bir hâle geldiler. Rusya ile yaşanan kriz sonrasında Rus turistlerin Türkiye`ye turlarının kesilmesinden derin bir hüzün duydular; birkaç Rus turist havaalanlarına inmeye başlayınca “Maşaallah bereket geliyor” der hâle düştüler, haşa, neyin bereketi? Günahın çoğalmasıdır, yaşanan. Ama siyaseti ayakta tutan ekonomi, öylesine önem kazandı ki bizim için her tür ilkenin önüne geçti. Haramın rızk olmayacağı basit gerçeğini bile bize unutturdu.
İfade etmek gerekir ki bu sadece Türkiye`nin sorunu değildir. Şu anda İslam aleminin mühim bir kısmı farklı şekillerde bu tutarsızlığı yaşıyor. Sorun eğlence turizmini çoktan aştı, Müslümanların kendileri ekonomik refaha ulaştıklarında her tür sınırı aşarak İslam alemi dışı turizmine çıkıyorlar.
Zannedilenin aksine problemi tek başına yasaklarla çözmek de mümkün değildir. İslam aleminde sorunu sadece yasaklarla aşmaya çalışan ülkelerin yurttaşlarının sınır kapılarında veya havaalanlarında oynadıkları kılık değiştirme tiyatrosu bugün basına çıkmıyorsa bu, artık yaşanmamasından değil, bunu İslam`a karşı bir malzemeye dönüştüren medyanın paslı dişlerinin epey sökülmesinden kaynaklanıyor.
İslam, bir bütündür; İslamî kural ve kurumların iş görmesi ancak bütünlükle mümkündür. İttihad-ı İslam fikriyatının bütün yönleriyle kavradığı bu hakikat unutulduğunda İslamî siyasetin gerekliliğine bir yana İslam`ın toplumları ıslah kabiliyetine duyulan güven bile sarsılıyor.
Zühdsüz siyaset çözüm olmadığı gibi, siyasetsiz zühd de çözüm değildir. İkisi ancak bir arada olduğunda Resulullah salallahü aleyhi veselleme nazil olan nizam Müslümanları dünyanın önderleri yapabilir. Aksi halde Müslümanlar, ya modernleşme öncesi zühdleri takdir edilmesi gereken Katolik topluluklara dönüşecekler ya da Protestanlar gibi dinden söz ede ede, “din çağı geçti” iddiasının savunuculuğuna sürüklenme gibi bir hâl yaşayacaklar.
Hıristiyanlığın yaşadığı, ona özgü bir hâl değildir; insanlığın bir gerçeğidir, hayata bütün olarak bakamamanın, bir olan Allah`ın eseri olan hayatın bir olmasını kavrayamayıp onu parçalamanın bir eseridir. Allah (cc) Rahman`dır Müslümanlar, onlarla aynı duruma düştüklerinde, onlarla aynı durumu yaşayacaklardır.
Siyasetçiye “hilebaz”, zahide “sefih” önyargısıyla bakmak gayri İslamî`dir. Müslümanlar, zühdle yoğrulmuş bir siyaseti yakalayıncaya kadar direndiklerinde umduklarını bulacaklardır.