Bir milletvekili seçimi daha, ardından şaşkınlık ve belirsizlik bırakarak geçti. Şimdi herkesin merak ettiği nokta şu: Ne oldu ve ne olacak?

“Ne olacak?” kısmı henüz belirsiz. Koalisyon hükümetleri kurmak, seçim ittifakları yapmaktan bile zordur. Koalisyon öncesinde her parti, kendi tarafına çeker; çekişmenin bittiği zannedilen bir noktada da gözünü ortağının alanına dikerek yerini genişletmeye çalışır. Bunun için “Oldu” denen koalisyonlar bile son anda bozulur. Mesut Yılmaz ile Merhum Erbakan arasında yaşanan görüşmeleri hatırlayalım. Bakanlıklar bile dağıtılmıştı ama Mesut Yılmaz her nedense gözlerden uzak, memleketi Rize`ye tatile gitmeyi istedi de oradan dönüşte bambaşka biri olarak yoluna devam etti: “Ulusal” güçler, “uluslararası” güçler… İstenen Mısır`daki Sisi koalisyonu benzeri “ulusal sol-sağ” koalisyondur; biraz sağ-epey sol; bir iki dini yapı ve günahkâr cephe…1 Bundan kuşku yok… Bunun gerçekleşmesinin tek yolu ise MHP`nin ikna edilmesi ya da MHP`nin taban küstürme korkusunu yenmesidir.

SEÇİMDE NE OLDU?

Seçimde İslam dünyasında artık siyasi bir cephe haline gelen “çağdaş günahkârlar” ile solcu HDP arasında açık bir ittifak yapıldı. Bunu HDP`ye oy veren kimi gazete yazarlarının durumundan anlamak da mümkün ama daha açık bir delil var: “HDP, İstanbul Boğazı`nın en önemli semti olan Bebek`te yüzde 45 rekorunu kırdı. HDP, bin 850 oyla Bebek`teki sandıktan birinci çıktı. CHP bin 780 oyla ikinci sırada yer aldı. Nişantaşı`nda HDP`ye giden oy oranı yüzde 80`leri aştı. Etiler`de ise HDP`nin oy oranı yüzde 20 olarak kayıtlara geçti. Hâlbuki bu semt, daha önce HDP`ye tek bir oy bile vermedi. Geçmiş seçimlerde HDP`ye oy çıkmayan Bağdat Caddesi de yüzde 10`la “Demirtaş” dedi. HDP, Beykoz Konakları ile Acarkent`in oy kullandığı sandıkta yüzde 11 oy alarak 3. parti oldu.” 2

Haberde adı geçen semtlerin tek bir “kaygısı” vardır: Günahlarını özgürce yaşamak ve özgürce teşhir etmek… Mısır`ın Kahire`sinde yaşanan bundan çok farklı değildi. Bu kitle, her tür uhrevî söylemi kendisi için tehdit olarak görüyor, geçmişin günahkârlarından farklı olarak günahını bir ayıp olarak görmüyor, aksine bir “değer” olarak düşünüyor, onun için mücadele ediyor, ona karşı olanları güç durumda bırakmak için çatışmalarda taraf oluyor. 

Batı, İslam dünyasında önemli bir sayıya ulaşan ve ekonomik olarak oldukça güçlü bu kitleyi artık siyasi bir sermaye olarak görüyor; İslam dünyasındaki siyasi mühendislikte bu kitleden bir müttefik olarak yararlanıyor. Hiçbir ahlakî değere sahip olmayan bu “nefsperest” kitle, sol bir perde altında, daha doğru bir ifadeyle sol bir vitrinle emperyalizm için mühim görevler ifa ediyor.

7 Haziran seçimlerinde bunun açık bir biçimi yaşandı.  28.06.2013 tarihli bu sayfadaki analiz de bununla ilgilidir:

“Biz, bugün günahın politikleşmesi ile karşı karşıyayız. Modern günahkârlık, bütün düşünce ve değerlerin ötesinde bir siyasi cephe hâline geliyor, bu cephenin içinde yer alanlar inancını, ideolojisini bir kenara koyup ‘günahı ifşa hakkı` etrafında buluşuyor, içerde ittifaklar kurup dış güçlerle işbirlikleri geliştiriyor.

Biz; günahlarını kutsayan, din-dil-vatan-millet gibi hiçbir değeri günahından daha değerli görmeyen, günahını uğruna savaşılacak ve uğruna can verilecek bir değer olarak gören bir kitle ile karşı karşıyayız.

Yeni toplumsal gerçekleri kabullenmek güç gelir, bu yöndeki tespitler ilkin abartılı gelir ama göz önündeki tablo budur.

Günah, uluslararası sistem için ‘değerleniyor`; günaha içeride müdahale bir dış müdahale nedeni oluyor, gün geçtikçe onu da aşıyor ve bir işgal gerekçesine dönüşüyor.

GÜNAHIN DEĞERLENMESİ

Bu noktaya bir anda gelinmedi. Bugün yaşananlar, bir birikimin neticesidir.

İki yüz yıldır İslam dünyası üzerinde bir savaş aracı olarak, bir işgal aracı olarak günahkârlık operasyonu yürütülüyor:

Önce günahla ilgili düşünce ve inanç değiştirilmek istendi. Vahye inanmayan bir elit sınıf üretildi. Bu elit sınıf, bir ‘siyasi sermaye` olarak kullanıldı, işbaşına getirildi. Eğitim-medya gibi topluma yön veren araçlar onlara teslim edildi.

Ardından dindar insan, gerek çaresizlikten gerek ‘zoraki hâli asıl kabul ederek` düşünce değişimine uğrayarak günahı normal karşılayacak bir hale sürüklendi.

Geçmişte bir günahkâra gidip ona İslam`ı anlatmak bir değer iken bugün bir günahkârla oturup onun günahını seyrederek ‘onun günahını teşhir ihtiyacına` hizmet etmek, onun günahından rahatsız olmadığınızı göstererek onun huzur içinde günah ifşa etmesine katkıda bulunmak bir değer haline geldi, bir insan hakları aktivitesi oldu.

Eğitim ve medya üzerinden günahkâr sınıf, bir kitleye dönüştürüldü. Yapılan yasal düzenlemeler ve ödüllendirmelerle siyasi ve toplumsal hayat ‘günah merkezli` organize edildi.(Örneğin, kimi kurumlarda işe alınmak için ‘içki içmek veya içmeye yatkın olmak, eşinin başkasıyla dans etmesine tahammül etmek veya tahammül etmeye yatkın olmak gibi gizli kriterler getirildi.)

Önce belli gün ve törenlerde şehirlerin belli yerlerinde günahı açığa vurma hâli yaşanırken bu hâl her güne ve her yere yayıldı, günlükleşti, sokağa ve parka indi.

Bu son aşamada günahı ifşa kitlesel bir nitelik edindi, sadece elit sınıfın değil, toplumun bir kesimi için bir ‘değer` haline geldi, kitlesel bir değere dönüştü.

Bu kitle günahını önemsiyor, günahını kendisi için değerli görüyor, günahı için memleketinin işgal edilmesini göze alıyor. Yeni dünyada, İslam coğrafyası özelinde teşhirci günahkârlık, kültürel işgalin hedefidir, askeri işgalin (toprak işgalinin) aracıdır, bundan sonraki modern ortağıdır.

YENİ BEŞERİ SERMAYE OLARAK GÜNAHKÂRLIK

Kapitalist ekonomi ‘tüketim` üzerine kuruludur. Her günah bir tüketimdir, her günahkâr bir tüketim birimidir, bir müşteridir.

Kapitalist ekonominin yaşaması ve büyümesi, tüketimin artmasına, tüketicinin çoğalmasına bağlıdır. İslam dünyasında tüketim ve tüketicilerin artması, günah ve günahkârların çoğalmasına bağlıdır.

Bugüne kadar kapitalist güçler, İslam dünyasında günahların yayılmasına bu açıdan da baktılar.

Geçmişte günahkârların bir ‘siyasi sermaye` olarak kullanılması, elit bir sınıfla sınırlıydı. Çünkü İslam dünyasında siyaset, elit bir sınıfın elindeydi.

Bugün katılımcılığın artmasıyla kitleler siyaset açısından bir değer kazandı, siyasi aktör olmaya başladı. Uluslararası sistem de kendini günün gerçeklerine uydurarak yeni bir bakış edindi ve en azından 90`lı yıllardan bu yana İslam dünyasındaki günahkâr kitleye yeni siyaset düzenlemeleri açısından bir imkân olarak bakıyor. Onları himaye etmeyi ve cesaretlendirmeyi, İslam dünyasına müdahale etmede yeni bir unsur olarak görüyor. Beşeri sermaye, bir etkinlik için gereksinim duyulan insan kaynağıdır. Uluslararası sistem, günahlarını bir ‘değer` gibi gören kitleyi, yeni politikaları için ‘beşeri sermaye` olarak kayda geçiriyor. Onları, İslam dünyasına müdahale etmeyi kolaylaştırıcı ve buna zemin ve maske hazırlayıcı yeni ‘insan kaynağı` olarak değerlendiriyor.

Günahlar, bu bağlamda kitlesel anlamda politikleşerek uluslararası politik düzenin bir aracı haline geldi.

Geçmişte uluslararası güçler; Yunanlılar, Bulgarlar, Ermeniler, Rumlar, Kıptiler, Yahudiler üzerinden İslam dünyasına müdahale ettiler; onları kendi himayelerinde görüp onlar üzerinden siyaseti dizayn etmeye çalıştılar. Bugünden sonra günahkâr kitleyi ‘seküler kesim`, ‘laik toplum`, ‘uygar insanlar` adı altında himaye etme görüntüsü verecek ve onlar üzerinden siyaseti dizayn yoluna gitmeye çalışacaklardır.

Dolayısıyla bundan sonra günahkârlığa karşı duran her siyasi yapı ve sivil toplum hareketi, daha baskın bir unsur söz konusu olmadığı sürece uluslararası sistemi doğrudan kendi karşısında bulacaktır.

Günahları ifşa etmeyi serbestleştirerek oyunu bozacağını düşünenler de bu yolla toplumsal huzuru sağlayacağını sananlar da uzun vade açısından ağır bir yanılgı içindedirler. Bu, artık dış güçlere uzanan yeni bir güvenlik problemidir. Bu toplumsal güvenlik problemini aşmanın en sağlıklı yolu; eğitim, medya ve sivil toplumu seferber ederek bu kitlenin dönüşmesini ve tehlike arz etmekten çıkacak kadar küçülmesini sağlamaktır.” (http://www.dogruhaber.com.tr/yazar/abdulkadir-turan/2330-gunahin-politiklesmesi/)

Bu cepheye Türkiye`de bir milliyetçi ortak aranıyor. Ancak, Türkiye`de bunu sağlamak oldukça güç… Eğer şu ana kadar aşırı riskli adımlar atmaktan kaçınan MHP buna ikna olursa seçimde elde edilen sonuç, fiilî bir iktidara dönüşecektir. Ama Türkiye`de milliyetçi cephe ile muhafazakâr kitle arasındaki tarihî siyasi bağ, MHP idarecileri için de büyük bir engel olarak görünüyor. Onlar istese dahi böyle bir duruma taban korkusuyla girişmeme ihtimali vardır.  

SOSYAL CEREYAN

 “Sosyal cereyan” ya da “toplumsal akım” diye ifade edilebilecek bir toplumsal tutum vardır. Buna bizde “toplumsal rüzgâr” da deniyor. Son dönemde teknik bir ifadeyle “tren etkisi” diye tavsif ediliyor.

Bu, toplumsal bir tutumun her ne sebeple olursa olsun, fertlerin farklı bir tutum belirlemesini engelleyecek kadar yaygınlaşmasıdır.

Böyle durumlarda rüzgârın şiddeti, inanç ve fikriyatına sıkıca bağlı az bir kitle içinde yer alanlar dışında, fertlerin akıl ve inançlarının, tutumlarını belirleme gücünü iptal eder. Fert, eylemini akıl ve inançla değil, “herkes bunu yapıyor” diyerek izah eder, daha açık bir ifadeyle “halka uydum” diyerek eylemini kendince meşrulaştırır, helalleştirir.

Böyle durumlarda fertleri tek tek eylemlerinden sorumlu tutup itham etmek, onlara karşı bu yönde bir tutum belirlemek, onlardan umutsuzluğa kapılmak yersizdir. Buradaki ferdî tutum, daha çok dalgınlık anındaki kaza gibidir. Her şey, rüzgârın şiddetinin dinmesiyle düzelir. O an, kimi zaman yakın, kimi zaman uzaktır ama bir gün mutlaka gerçekleşecektir.

SOSYAL CEREYANA KARŞI YAPILAN UYARILAR BOŞA MI GİDER?

Tam aksine, şiddetli rüzgâra rağmen “Ey insanlar, nereye gidiyorsunuz?” diye yapılan uyarılar, rüzgârın esişi sırasında ne kadar etkisizse rüzgâr dinip (bir bakıma sarhoşluk hâli geçip de) insanlar aklıselimle düşünmeye başladıklarında o kadar etkilidir.

Rüzgârı estirenler, bunun için çok dar bir alanda bile olsa bu tür uyarılarda bulunanları şiddetle cezalandırma yoluna gider. Bugün zayıf olan o sesin kısılmasının tek nedeni, rüzgârın şiddetini artırmak değildir, yarın rüzgâr dindikten sonra o sesin sahiplerinin uyarıcı olarak ilk hatırlanan ve en çok takdir edilen kişiler olmasıdır.

Rüzgâr eserken “Bu, ne diyor?” diye bir saniyelerini vermek istemeyenler, rüzgâr dindikten sonra “Onlar ne demişti?” sorusuna cevap bulabilmek için saatlerini verir. O sesi hatırlar, açıkça veya gizli, o sesin tarafına meyleder. Bu, o sesin sahibini kahramanlığının geç gibi de görünse anlaşılması, ona yönelik haklı bir hayranlığın toplum içinde inşa olmasıdır.

Tarihte ilahî mesajların toplum nezdinde yer edinmesi genellikle böyle bir süreçten geçmiştir.

1 İlgili yazılarımın linkleri:  http://www.dogruhaber.com.tr/mobil/Haber.php?id=143967, http://erganikardesder.org/yazar/1065-misir-da-post-modern-ve-islam-dunyasinda-yeni-surec.html. 

2 İlgili haberin linki: http://www.ahaber.com.tr/gundem/2015/06/09/sosyete-selo-1433823472

KORKUYU “DEĞER”LE İFADE ETMEK

İnsan, değer sahibi bir varlıktır; soygunculuk yapan birinin “Ben, insanları yol yükünden kurtarıyorum” ya da eğlence işlerinde çalışıp insanların akıl, zaman ve mallarının heba olmasına yol açan birinin “İnsanların dertlerini unutmasını sağlıyorum” demesi gibi en olumsuz yanlarını bile değerle ifade etmeye çalışır. Çünkü yaptığında “değer” bulmadan harekete geçemez. 

İnsan, hayvanî bir hâli kolay kabullenmez. Korkuyla harekete geçmek, hayvanî bir haldir. Bunun için korkuyla harekete geçen pek çok kişi “Aslında yaptığım doğru değil mi?” diyerek en kötü eylemini dahi değerler dünyasına çekmeye çalışır.

Dolayısıyla kendilerinden beklenmedik bir şekilde bir tutum içine girenlerin yine kendi dünyaları ile uyuşmayan ideolojik savunmalarını hep ideolojik bir sapma olarak görmek yanlıştır. Onları harekete geçiren korkudur ama onlar, bu gayri insani ayıplarının açığa çıkmaması ya da bizzat onların iç dünyasında bir çatışmaya, bir psikolojik bunalıma yol açmaması için tutumlarına ideoloji (vatanseverlik, halkına uyma) gibi insanî bir gömlek giydirirler.