“Yeniden işgal”i hedefleyenlerin başarısızlığı onların, böyle bir niyete alet olmak istememelerinden değil, Müslümanların uyanıklığının onların planlarını bozmuş
Olmasındandır
İslam`ın fetih karakterinin iki ayırıcı özelliği vardır:
1. Bir şehre girmek isteyen ordular, sadece kendilerinin zayiat vermemeleri üzerinde odaklanırken İslam orduları kendileri kadar girmek istedikleri şehrin de en az zayiatla fethedilmesini hedeflemişlerdir.
2. Bir şehre girmek isteyen ordular, o şehri alabildiğine yıkıp talan ederken İslam orduları yerleştikleri bir şehri alabildiğine mamur hale getirmeye, zenginleştirmeye çalışmışlardır.
İslam orduları bunun için insanların manevi inşasına önem verdikleri kadar şehrin maddi kalkınmasına da önem vermişlerdir. Şehrin dinî ve ahlakî imarının yanında fizikî imarında da en iyi olanı hedeflemişlerdir.
Bunun neticesi olarak, İslam`ın fethettiği bütün şehirlerin fizikî durumu, ahlakî ve dinî durumunda olduğu gibi fetih öncesinden çok daha iyidir. Fetih sonrası Kudüs, fetih öncesi Kudüs`ten; fetih sonrası Dımaşk (Şam), fetih öncesi Dımaşk`tan, fetih sonrası Diyarbakır, fetih öncesi Diyarbakır`dan, fetih sonrası İstanbul, fetih öncesi İstanbul`dan çok daha mamurdur.
Bu şehirlerin tamamı İslam öncesinde, en mamuru olan İstanbul da dahil nihayetinde bir kale ve çevresinden oluşurken İslam sonrasında devasa birer metropol haline geldiler.
İslam, fethi manevi ve maddi kalkınmaya açılış olarak görür. İslam, fethi hayatın bütün alanlarını kapsayan bir imar için imkan olarak görür. İslam`ın, kapısına gittiği her kent bu imkandan yararlanmıştır.
DİYARBAKIR`IN FETHİ…
Antakya, Antep, Maraş yöresi fethedilmişti. Ama İslam orduları, Malatya`ya kadar uzanmışsa da Anadolu içlerine girememişti. Bizans, Batı`da savunmasını güçlendirmişti. Bir tıkanıklık yaşanıyordu o cephede.
Mardin, Urfa(Ruha), Harran, Nusaybin, Re`su`l Ayn (Ceylanpınar), Tilmevzen (Viranşehir), Siverek civarı fethedilmişti. Bölgemizin güney ova kesimi boydan boya İslam`ın hâkimiyeti altına girmişti. İslam, içlere doğru bir çıkış arıyordu. İslam`la coğrafyamızın iç bölgeleri arasında Karacadağ ve Mardin eşiği vardı. Bu iki dağ kitlesinin arkasında Amed kalesi bulunuyordu.
Amed, o günlerde belki Nusaybin, Harran ve Re`su`l Ayn`dan daha büyük değildi. Ama coğrafyamızı birbirine ve Rum diyarı Anadolu`ya bağlayan yolların kavşak noktasıydı.
Fatihimiz İyaz b. Ganm(ra) ile Urfa halkı arasında “Ruha Şartları” üzerine yapılan sulh antlaşması İslam fethini olgunlaştırmış, coğrafyamızda İslam`la karşılaşanların nasıl bir muameleye tabi tutulacağına dair sağlam bir vesika olmuştu. Böylece coğrafyamızın fethi için siyasi ve sosyal anahtar oluşmuş; sıra coğrafik anahtardaydı. O anahtar Amed`di. İslam orduları, Amed`i fethetse bölgemizi fethetmiş sayılacaktı.
İSLAM ORDUSU DİYARBAKIR ÖNÜNDE
Hicri 18, Miladi 639… Amed`in el değiştirmesinin zamanı gelmişti. Ama o güne kadar her el değiştirme; Amed için bir felaket, kadınların ve çocukların dahi katledildiği bir katliam olmuştu. O güne kadar el değiştirmek, Amed için tufandı; taş ve toprağın varlığını sürdürmesi, neredeyse bütün canlıların ise ölümü ve onların yerine yenilerin gelmesi demekti.
Milat`tan Sonra 359`da Sasanî Kisrası II. Şapur, şehri ele geçirirken kan çanağına dönüştürdü, kadın erkek demeden kimi bulduysa katletti. Miladi 503`te Sasani Kisrası I. Kavad, şehirde öldürdüğü seksen bin kişinin cesetlerinden bir yığma tepe oluşturmuştu. Bir yıl sonraki Bizans kuşatmasında çocuklar açlıktan ölmüş, kadınlar cesetlerin etlerini pişirir olmuştu. İşgalci Bizanslar, zulme doymamış olacaklar ki o kuşatmadan sonra şehrin çevresindeki yerleşim alanlarında on iki yaşından büyük bütün erkekleri öldürmüşlerdi.
Fatihimiz, İyaz(ra), yaklaşık bin sahabenin bulunduğu sekiz bin kişilik ordusuyla Amed`i kuşattı. Kendisi, Mardin Kapı`yı, Said b. Zeyd, Urfa Kapı`yı; Muaz b. Cebel, Dağ Kapı`yı, Halid b. Velid ise Yeni Kapı`yı (Su Kapı-Babu`l Ma) tuttu. (Allah, onlardan ve bütün sahabelerden razı olsun)
Şehrin melikesi Meryem ed-Dariye idi. İyaz(ra), acele etmedi, Meryem`e teslim olması için mektup gönderdi. Ancak Meryem teslim olmadığı gibi civar şehirlerden yardım da istedi.
Kuşatma uzun sürdü. İslam orduları bu sırada Palu, Hani, Lice, Siverek, Bingöl ve Ergani gibi Bizans zulmündeki kalelere hücumlar düzenledi. Meyyafarkin`i (Silvan`ı) fethetti. Böylece Meryem ed-Dariye, Bizans zalimlerinin yardımından yoksun kaldı.
AMED BÖYLE EL DEĞİŞTİRME GÖRMEMİŞTİ
Beş aylık kuşatma sırasında nice hücum düzenlendi. Ama muhkem surlar yüzünden fetih nasip olmadı.
Nihayet, Halid b. Velid(ra) surun doğu (Dicle vadisine bakan) yönünde, eski Adliye`nin bulunduğu bahçeler tarafında sur duvarlarında gördüğü gizli bir su deliğinin genişletilerek oradan içeri girilebileceğini tespit etti.
Halid b. Velid(ra), bir gece, çoğu sahabeden oluşan yüz kadar mücahitle birlikte bu delikten içeri girdi. Buraya yakın olan ve şehrin fethinden sonra Fetih Kapısı (hastanelere çıkan yol üzerindeki kapı) ismini alan kapıyı açarak İslam ordusunun şehre girişini sağladı. Kapının açılışı sırasında yirmi beş sahabenin şehid olduğu bir çatışma yaşandı. Ama İslam`la Amed halkı arasına giren Bizans savunması aşıldı. İslam ordusu, Amed halkıyla yüz yüze geldi.
Amed halkı, muhtemelen Kudüs ve Urfa`nın fethinden haberdardı. Karşılarında İslam`ın adaleti varken Bizans için çarpışmanın anlamı yoktu. Halk teslim olmayı seçti. Pek çok kişi, İslam`la şereflendi. Geriye kalanlar ise Hz. İyaz(ra), ile Ruha Şartlarını esas alarak, “Heykeller ve onun etrafındaki nesneler, kendilerine ait olmak, mevcut kiliselerden başka kilise bina etmemek; düşmanlarına karşı Müslümanlara yardım etmek, bunlardan birine riayet etmedikleri takdirde Müslümanların himayesinden mahrum olmak şartıyla” anlaştı.
Beş ay boyunca bir şehirle uğraşan her ordu öfkeye kapılır. Ama İslam ordusu “O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever. (Alî İmran 134)” ayet-i kerimesiyle terbiye olmuştu, öfkesini kontrol etmiş, heva ve hevesiyle davranmamış; Yüce Peygamberinin(S.A.V.) Mekke halkına adil davrandığı gibi davranmıştı. Fatihimiz İyaz(ra)`ın emriyle halk, silahlarını onun önüne bıraktıktan sonra halka şöyle seslendi: “Allah size karşı bize zafer ihsan etti. Şayet Allah-u Teala Peygamberimizi ‘Rahmet Peygamberi` olarak gönderip de mü`minlerin kalplerine merhamet vermeseydi, hepinizi kılıçtan geçirirdik. Fakat Rabbimiz bize öfkemizi yenmemizi ve bağışlayıcı olmamızı emretmiştir…”
Amed, böyle bir komutan görmemişti, böyle bir orduyla karşılaşmamıştı, böyle bir muameleye tanıklık etmemişti. Eğer, Sasani Şapurlar, Bizans Patrikler burayı beş ay kuşatmak durumunda kalsalardı öfkelerinden şehirde bir tek canlı bırakmazlardı. Daha önceki el değiştirmeler, birer tufandı; bu ise hayata ve cennete açılan kapıydı.
İşte İslam`ın fetih karakterinin ilk adımı budur. Bundan sonraki adım şehrin maddi ve manevi kalkınmasıdır. Diyarbakır bunu gördü. Küçücük bir kale şehri iken günden güne bir ilim merkezi haline geldi, miladi 1100`lü yıllara gelindiğinde İslam âleminin, dolayısıyla o günkü dünyanın en büyük beşinci ilim merkezi oldu.
“KARŞI FETHİ” ANLAMAK
“Karşı fetih” kavramı, Endülüs`ten gelir. Endülüs`ün fethinin ardından Hıristiyan dünyası fetih anlamına gelen “conquest” kavramına karşı, “yeniden fetih” anlamına gelen “reconquest” kavramını geliştirdi. Endülüs`ü İslamsız bırakmayı, İslam`ın nurunu Endülüs dışına atmayı bu kavram etrafında planladı.
Müslümanlar, uzun süre Hıristiyan dünyasının Endülüs inadının bir “karşı fetih” olduğunu, doğru bir ifadeyle bir “yeniden işgal” hareketi olduğunu anlamadılar. Endülüs`e yönelik niyetleri basit iktidar talepleri etrafında değerlendirdiler. Oysa fetih ile işgalden kurtuluş bir gerçeklik olduğu gibi “yeniden işgal” de bir gerçekliktir.
İstanbul`un fethi nasıl bir gerçeklik ise İstanbul`u yeniden işgal çabası, acı da olsa bir gerçekliktir. Osmanlı`nın zayıflamasından sonra Rusya`nın İstanbul`la ilgili emelleri ve I. Dünya Savaşı`ndan sonra İstanbul`un yaşadıkları bu çabanın bir karşılığıdır.
O emelleri ve Çanakkale Savaşı ile somutlaşan I. Dünya Savaşı girişimlerini sadece Rusya`nın sıcak denizlere inme çabası ya da Batı devletlerinin stratejik bir kenti ele geçirme çabasıyla açıklamaya kalkışmak şuursuzluktur.
Diyarbakır`ı bu yönüyle Endülüs ve İstanbul`dan ayıran, miladi 19. yüzyılın sonunda Rusya ve Batı`nın desteğiyle şekillenen Ermeni taleplerine kadar şehrin neredeyse hiçbir zaman fiili bir işgal talebine konu olmamasıdır. Ermeni talepleri de Müslüman halkın uyanıklığı sayesinde aşılmıştır. Ama “yeniden işgal” sadece fizikî bir hareket olarak görülemez.
“KARŞI FETHİ” SADECE FİZİKÎ ALANDA GÖRMEK
Müslümanların modern dünyada yaşadıkları en büyük problemlerden biri, “karşı fethi”, doğru ifadeyle yeniden işgali sadece fizikî anlamda düşünmüş olmaları, bu konuda eski dönemin gelenekleri ve kavramları darlığında kalmaları, dünyanın değişen işgal gerçeğini görmemeleridir.
Yeni dünyada işgal, sadece bir toprak işgali değildir; belki ondan çok kültürel işgaldir. “Kültürel işgal” tanımlanmayınca ve bilinmeyince İslam dünyasına yönelik modern çağ emellerini anlamak mümkün değildir.
İstanbul`un I. Dünya Savaşı`nda müttefik Avrupa gücü tarafından ele geçirilmesini “işgal” diye tarif edeceğiz. Neden çünkü şehir, İngiliz ve Fransız ordularına kısmen de olsa teslim edilmiştir. Peki, sonraki dönemlerde Ayasofya`nın yaşadıklarını ve Batılı yaşam tarzının İstanbul`a hakim kılınma çabalarını nasıl tanımlayacağız?
1940`lı yıllardan itibaren, İstanbul`un Fatih tarafından fethedilmesini kötüleyen, bir işgal olarak anlatmaya çalışan buna karşı, Bizans dönemini yücelten, eski Yunan kültürünü okullarda zorunlu edebiyat dersinin en başına koyan girişimleri ne diye adlandıracağız?
Bu anlatılmak istenmemiş, bu ağır kriz kavramlara dökülmeden atlatılmak istenmiş.
Diyarbakır için yaşanan da budur. İslam öncesi çağa övgüler, şehrin İslam orduları tarafından fethedilmesine yönelik rezalet iftiralar ve İslam`ın manevi inşasına karşı savaş… İslam, neyi kutsuyorsa onu küçümseme… İslam neye karşı ise onu yeniden diriltme… İslamî eserlerin imarına yönelik olumsuz tutum, İslam öncesi eserlerin imarına yönelik sahiplenme…
Bunu kavramlara dökmeden aşmak mümkün mü? “Bu, İslam öncesine dönüş çabasıdır” dendiğinde bu yargının neresinde bir abartı göreceğiz?
“Öyle değil” diyenler, “Acı hissetmeden ölelim” diyorsa tavırları anlaşılabilir. Ancak “Böyle bir şey yaşanmıyor” demek ihanet değilse gaflet ve dalalettir.
Hele bu “yeniden işgal” hareketine bir de değerler adına, hatta “vatanseverlik” adına da değil “vatan tapıcılık (Welatperesti)” adına sahiplenmek ve bunu “kurtuluş” diye tanımlayanlara destek olmayı insani ve milli ve bir gereklilik görmek… Şuurlu bir insan, böyle bir oyuna nasıl gelebilir? Şeytanın oyununa gelmeyen biri böyle bir durumu nasıl kabullenebilir?
İslam dünyasının her yanı gibi biz de “kültürel işgal”i ve bu işgal içinde görünenlerin niyetini tartışmak zorundayız. İster “Bizanslaşma” diyelim, ister “NewYunanîlik (Yeni Yunancılık)”, ister “çağdaşlaşma” veya “sosyalist kurtuluş”…Bunun “yeniden işgal” çabasındaki yerini görmediğimizde Endülüs Müslümanlarının durumuna düşmeyeceğimizin garantisi nedir?
Bilmek gerekir ki “yeniden işgal”i hedefleyenlerin başarısızlığı onların, böyle bir niyete alet olmak istememelerinden değil, Müslümanların uyanıklığının onların planlarını bozmuş olmasıdır.
İSLAM FETHİNİN HATIRDA TUTULMASI
Kimi tarihî olaylar simgeleşmekle daha büyük bir değer kazanır. Değerler ise ancak akılda tutulduğunda yaşar. Değerleri akılda tutmanın yolu, onları yaşatacak merasimler ve bunu yapacak kurumlardır.
Diyarbakır`ın fethi gibi büyük bir vaka, aradan geçen zamanla öylesine unutuldu ki halk bir yana alimlerimiz bile o gerçeklikten habersizdiler ve daha birkaç yıl öncesine kadar karşılarına iftiralarla çıkan bir gence cevap verebilecek donanımdan yoksundular. Sayısız genç, o iftiralarla beyin ve kalbiyle işgale uğradı, İslam için verimli bir kalp ve beyin olma yolunda iken saptırmayla İslam`a karşı savaşan bir makinaya dönüştürüldü.
Böyle bir felaketi yeniden yaşamamak için fetih etkinliklerinin kurumsallaşmasından daha etkili bir yol yoktur.