17 Aralık operasyonuyla gün yüzüne çıkan sorun, Türkiye`nin dış politikasında devam eden müttefiklik-bağımlılık mücadelesinin bir neticesidir.

Ak Parti Hükümeti, kutupların silikleştiği, devletlerin başka ülkelerin neredeyse tek tek bireylerini muhatap aldıkları yeni dünyada Türkiye`nin jeopolitik konumundan ve İslam dünyasındaki tarihsel mirasından ekonomi ve siyasi önderlik yönünde yararlanmak istiyor. 

Hükümetin yeni dünya gerçekleri doğrultusunda dış politikasının iki ayağı var:

1. Soğuk Savaş döneminde kendisine kapanan ülkelerle ekonomik ilişkilerini geliştirmek.

2. İslam dünyasında yönetimlerle ilişkilere son vermeden halklar ve sivil toplum kuruluşları ile dostluk bağları inşa etmek.

Hükümetin dış politikasına yön verenler, “ABD, İngiltere ve Almanya ile ticari işbirliği yaptığımız gibi Rusya, İran ve Çin`le de yaparız. Merkezi bir coğrafyadayız; bu konumdan ekonomik gelişme ve siyasi önderlik için yararlanabiliriz. İslam ülkelerinde yönetimler bağımsız ve istikrarlı değil, onlara güvenilmez. Bu ülkelerin yönetimleriyle de ilişkileri iyi tutarak onların halkları ve halklarının sivil temsilcileriyle ilişkiler geliştirsek daha kârlı çıkarız” düşüncesinde. 

Hükümetin dış politikasının ilk ayağı, ABD, israil ve Avrupa ülkelerini rahatsız ederken Hükümetin dış politikasının ikinci ayağı, Körfez krallıklarını rahatsız ediyor.

28 Şubat sürecinde, siyasetin başkenti Ankara`dan Washington`a kaydı. O dönemin kimi mağdurları arasında “Buradaki çavuşlara selam çakacağımıza Washington`a gider, onların komutanlarına selam çakarız” görüşü yer edindi.

2002`den sonra Ak Parti hükümetleri de ABD ile ilişkileri en üst düzeyde tuttu. Ancak, 2007 referandumundan sonra özgüven kazanınca bağımlılıktan müttefikliğe doğru adımlar attı. ABD`deki Yahudi lobisi, bunu Türkiye için “eksen kayması” diye ilan etti. Haziran 2010`da Erdoğan ile Obama arasında Toronto`da gerçekleşen görüşme de belli ki ABD`yi tatmin etmedi. Türkiye, ısrarlı bir şekilde “Benim eksenim kaymıyor, dünyanın ekseni kayıyor” dediyse de ABD, yeni durumu kabullenmedi. 

Hükümet de ABD`nin istediği noktaya dönmedi. Aralık 2012`de oluşturulan Suriye, Lübnan ve Ürdün`ü kapsayan ve gümrük birliği anlamına gelen “Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi”,  Yahudi lobisini daha da ürküttü. “İslam Birliği” anlamında “Ortadoğu Birliği kuruluyor”  iddiaları ortaya atıldı.

11 Ocak 2011`de ekonomi gazetesi Dünya`da yayımlanan şu haber onların korkularında haklı olduğunu da gösteriyor:  

“Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan arasında geçtiğimiz aralık ayında temelleri atılan gümrük birliği sonrasında Türk işadamları için, Doğu Akdeniz`de önemli yatırım fırsatları ortaya çıktı. Türkiye`den yaklaşık iki saat uzaklıktaki keşfedilmemiş ülkeler Suriye, Lübnan ve Ürdün`deki çok cazip imkânlar, Türk işadamlarının adeta ayağına serilmeye hazırlanıyor. Doğu Akdeniz`i oluşturan üç ülkede on binlerce konut, metro, otoyol, liman, santral, altyapı ihaleleri gibi dev projeler için Türklere göz kamaştıran davetiyeler çıkarılıyor.”

Yahudi lobisi, bu endişe içinde, Türkiye`ye karşı dışarıda “yalnızlaştırma”; içeride ise Hükümeti sıkıştırma siyaseti geliştirdi. Bu siyaset, Hükümetin İslam ülkeleri halkları ve sivil toplum kuruluşları ile ilişkiler geliştirmesinden rahatsız olan Körfez krallıklarına da uygun geldi. Türkiye, Suriye`de geri adım atıyor görünmesine rağmen ABD`nin politikalarından zarar görmeye başladı, yalnızlığa sürüklendi. Hükümet, bunu “değerli yalnızlık” diyerek açıkladı ve değerler politikasından eninde sonunda kazançlı çıkacağını dile getirdi. 

Ancak Washington`u küstürmenin Türkiye (!) için pahalıya mal olacağını düşünen bazı çevreler, Hükümetin ABD ve israil`i karşısına alıp İslam dünyasıyla ilişkiler geliştirmesini Türkiye`nin çıkarına karşı inanç siyaseti gütme, ümmetçiliği canlandırma, İhvancı takınma olarak anlattı; Hükümeti hayalcilik ve hatta idealist bir aptallıkla suçladı. Dışarıda ise son günlerde yoğunca işledikleri üzere “Erdoğan, Türkiye`yi aştı, bölgesel diktatörlük peşinde” dediler.

Bir ihtimal Hükümet de onlara karşı tedbirler geliştirince Gezi Parkı kalkışmasıyla aynı süreçte “Kemalo-İslamizm” tezini ortaya attılar. Hükümeti İslamî uygulamaları kabul ettirmek için Kemalist yöntemleri kullanmakla itham ettiler. Batı, laikliğin Kemalist yöntemlerle dayatılmasından memnun kalabilirdi. Ama İslamî uygulamaların aynı yöntemlerle dayatılmasına asla göz yummazdı. Üstelik, Hükümetin varlık iddiası baskıcılığa karşı çıkmaktı. Bu tez, tek kelimeyle Hükümeti can evinden vurdu.

 Söz konusu çevreler, el altından İmam Hatip Liseleri, Kur`an-ı Kerim Kursları ve başörtüsü ile ilgili düzenlemeleri de tezlerine kanıt saydılar. Hükümete karşı dışarıda oluşan cepheyi Avrupa Birliği`ne de yaydılar.

Batı`nın Suriye`deki hedefi istikrarsızlıktır. Hükümet ise orada halkı temsil gücüne sahip bir kesimin en kısa sürede Esad`ı devirip istikrarı sağlamasından yana… Hükümet, Batı ile aynı noktada göründüğü bir yerde de Batı karşısında durunca dış desteği arkasına alarak Hükümeti gönderme umutları arttı. Hükümet, Menderes`in son günlerinde olduğu gibi müttefiklikten ayrılma niyetinde değil, ancak devletin içinde geniş bir kesimle birlikte müttefikliğin bağımlılığa dönüşmesine karşı çıkıyor. Karşısındaki cephe ise bütün yolları deneyerek bağımlılığı sürdürmeye çalışıyor.