İslam’ın din ve medeniyet bütünlüğü olduğu, Kur’an-ı Kerim’den açıkça anlaşıldığı gibi, Asr-ı Saadet pratiğinden de açıkça görülmektedir.

Müslümanlar, fethettikleri coğrafyalara sadece namazı, orucu götürmediler; aynı zamanda adaleti, insan haklarını, birlikte yaşama olgunluğunu ve kalkınmayı götürdüler.

Buna rağmen henüz ilk yüzyılda iki zıt akım gelişti: Bir grup, İslam’ın klasik anlamda din yanını, medeniyet yanını bastırma, durdurma yönünde anladı; klasik dindarlığa kendisini feda ederken medeniyetin önüne dikildi. Bu dindar kesim; medeniyetin adalet, insan hakları ve birlikte yaşama olgunluğunu nispeten önemserken kalkınmaya karşı duyarsız kaldı ya da kalkınmayı “dünyevi” bir iş olarak gördü.

Diğer grup ise medeniyeti neredeyse sadece kalkınma olarak gördü; klasik dindarlığı nispeten yaşatırken adalet ve insan haklarına karşı duyarsız kaldı.

Bizde her iki kesim için de gizli ve açık laiklik olarak görülebilecek bu durum, Müslümanların ilk uzun soluklu krizidir. İslam medeniyeti, bu krizle sürekli bir imtihan yaşamıştır.

İslam, Tevhid üzere bir birliktir. O birliğe halel geldiğinde İslam’dan hakkıyla yararlanamama gibi bir sorunla yüz yüze kalmaktayız.

Bugün yaşadığımız, bundan ötede bir sorundur. Farklı planlamalarla İslam’ın din yanı, İslam’ın medeniyet yanına karşı doğrudan kullanılmakta, onunla mücadele ettirilmektedir.

Analizimizde zannederim bugüne kadar hiç işlenmemiş bu hususu ele alacağız.

MEDENİYETTEN NEYİ ANLAYACAĞIZ?

Seyyid Kutub’a göre medeniyet bizzat ve sadece İslam’dır. Bu önderce tespitle birlikte genel olarak medeniyet; inanç/ideoloji, edep (hukuk-disiplin)-organizasyon ve üretim (gelişme-ilerleme) bütünlüğü ve bütünlüğün getirdiği aksiyon olarak anlaşılır.

Medeniyetle ilgili farklı anlayışların odağında edep (hukuk-disiplin) ve organizasyon buluşması yer alırken bu buluşmanın üretimi, ilerlemeyi sağlaması da medeniyet için koşul olarak görülür.

Modern dünyada medeniyet, daha çok teknik ilerleme olarak anlaşılırken bugünün postmodern dünyasında özellikle önceki kuşak medeniyet araştırmacılarınca, birlikte yaşama kültürü, hukuk ve insan hakları bağlamında ele alınmaktadır. Meselenin iki yanına bakanlar da tarihe yöneldiklerinde İslam’ın medeniyet yanını itiraf etmek zorunda kalmışlardır.

İslam, bugünkü ilmî ve teknik gelişmelerin esasını oluşturacak bir gelişme sağlamış; bununla birlikte hukuk, insan hakları ve birlikte yaşam kültürü bağlamında dünyaya büyük bir mesafe kaydettirmiştir.

İslam medeniyeti; birlikte yaşam deneyimi açısından eşsizdir. İslam; Hristiyan ve Yahudiler bir yanı, kendi bünyesi içinde saklanarak oluşan Nizarilik, Yezidilik, Dürzilik gibi uç inanışlara da yaşam hakkı vermiştir. Bu inanışlara sapan topluluklar, siyasi bir sorun çıkarmadıkları sürece Müslümanlar yüzyıllar boyu onların üzerine varmamışlardır.

Nitekim Rawls gibi liberal uygarlık araştırmacıları, modern dünya öncesinde İslam alemi dışında, birlikte yaşam kültürünün bulunmadığını dile getirmişlerdir. Aynı araştırmacılar, günümüzde çok kültürlülük ve çok hukukluluk içinde birlikte yaşam seçenekleri oluştururken tarihte İslam tecrübesi dışında elimizin altında bir örneğin bulunmadığını söylemek durumunda kalmışlardır.

NE KADAR MÜSLÜMANIZ?

Bu soru, Müslümanların Emevî ve Abbâsî çağlarında yaşadığı ilk medeniyet krizinden dolayı, yüzyıllar boyu aklımıza sadece bazı inançlar, ibadetler ve haramları getirdi.

Sorumluluklar konumlara göre değişir ve sorumlulukları yerine getirmekte istek ve kararlılık kişilerin değerini ortaya koyar. Oysa biz, konumu ne olursa olsun kişinin Müslümanlığını inanç esasları, ibadetler ve kişisel yaşamla ilgili bazı haramlarla ölçtük. Bu hususta oldukça rayından çıkmış, eşitlikçi bir anlayışla hurma bahçesinin bahçıvanıyla dünyanın çeyreğini yöneten hükümdarları bir tuttuk. Hükümdarın ne kadar iyi bir Müslüman olduğunu sadece namaz ve orucuyla değerlendirdik.

Bugün hâlâ Müslüman toplulukları değerlendirirken onları klasik dindarlık ölçüleriyle değerlendiriyoruz. Onların İslam medeniyetinden ne kadar etkilendikleri, dolayısıyla ne kadar “Medenî Müslümanlar” oldukları pek de ilgi alanımıza girmiyor. Bu yüzden bir yere İslam’ı götürürken oraya medeniyeti götürmek gibi bir kaygımız da olmuyor. Bu da Müslüman toplulukların dindarlık yönünden başkalarının önünde olsalar da medeniyette, temel Medenî değerlerde başkalarının gerisinde kalmalarına yol açıyor ve bu durum, hiç kuşkusuz İslam düşmanlarının eline koz veriyor.

Bir toplumun dindar iken Medenî olmaması, Asr-ı Saadet ve ihya devirlerindeki hâle aykırı, bugün de aleyhimizdedir. Ama bunun üzerine tefekkür etmeyi bile düşünmüyoruz.

Meselenin bir de İslam düşmanlarıyla ilgili tarafı var.

MODERNİZM VE MÜSLÜMANLARIN MEDENİYET KRİZİ

Müslümanlar, 18. yüzyılda Batı’nın dünyayı istilasını ve buna Batı’nın sanayideki gelişmesinin katkılarını duyduklarında bir tür şoke oldular. Müslümanların ilmî kurumları da siyasi ve askerî bürokrasileri de bu gelişmeyi takip etme kabiliyetinden uzaktı. 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde İslam aleminde dışarıdan örgütlenen uygarlıkçı yapı oluştu. Bu yapı, İslam’ı ilerlemenin, kendi ifadeleriyle medeniyetin önünde engel olarak görüyordu. Dolayısıyla sözde medenîleşmek, gerçekte Batılılaşmak için İslam’dan uzaklaşmayı öneriyordu.

Onlara karşı, dünyadaki gelişmeleri az çok duyan Müslüman alimler ve aydınlar ise Müslümanların ihtiyacının İslam’dan uzaklaşmak değil, Batı’nın teknolojisi olduğunu ifade etmişlerdir. 1920’li yıllardan itibaren bu görüş İslâmî hareket diye ifade edilen cemaatler olarak şekil buldu ve kısa sürede İslam aleminde büyük bir uyanışa dönüştü.

Bu uyanış, bir yandan salt seküler Batıcılık olarak ulusalcı sosyalizmle bastırılmaya çalışıldı, diğer yandan kültüre yönelten milliyetçi sentezcilikle özünden uzaklaştırılma yoluna gidildi. Ama zaman zaman birbiriyle açıkça dayanışan bu iki silah, İslamî hareketi yavaşlatsa da durduramadı.

İSLAM MEDENİYETİNDEN DUYULAN KORKU!

Batı, “din çağı”nı henüz 19. yüzyılda geride bıraktı. Özellikle Hıristiyan Avrupa, siyasetle doğrudan ilgili olmayan salt dinî etkinliklere karşı duyarsızlaştı. Ama Batı, bütün değişimlere rağmen İslam’ın klasik anlamda din yanıyla medeniyet yanı arasındaki ilişkinin tam olarak koparılamadığını da gördü ve İslam medeniyetinin yeniden ihya edilmesinden duyduğu korkuyla İslam’la mücadele etti. Başka bir ifadeyle Batı’nın modern dönemde İslam’a karşı mücadelesinin ana etkeni, İslam’ın medeniyet olarak ihya olması ve Batı medeniyetinin karşısına dikilmesi ihtimalidir.

Bu konuda İngiliz Propaganda Bakanlığı ve İngiliz istihbaratının üç isminin tespitleri hayati bir öneme sahiptir. “İslam’ın Tebliği Tarihi” kitabının yazarı Arnold, İngiliz istihbaratı adına 20. yüzyılın başlarında İslam’ın din olarak dipdiri olduğu tespitinde bulunur. Aynı yüzyılın ortalarına doğru medeniyet araştırmacısı Toynbee ise  İslam medeniyetinin Batı uygarlığına galip gelmesi ihtimalini gündeme getirdi.

Bu silsile içinde yüzyılın son yarısında Bernard Lewis, Müslümanların mezhepsel olarak bilinen iç azınlıklarının desteklenmesinin İslam medeniyetinin diriliş ihtimaline karşı kullanılması çalışmalarını başlattı. Lewis, aynı zamanda bu alandaki örgütlenmeyi tamamen Yahudi kontrolüne alarak İngiltere’den ABD’ye aktardı.

Nihayetinde 21. yüzyılın başında Graham Fuller gibi Yahudi neo-oryantalist istihbaratçılar; ABD bürokrasisi üzerindeki etkileriyle Lewis’in fikirlerini operasyon aşamasına taşıdılar. Böylece Müslümanlar arasında Medeni olmayan, kadim görüş ve ilişkiler, çağa taşınıp İslam medeniyetini yeniden ihya amacında olan İslâmî hareketlere karşı kullanılmaya başlandı. Bu kullanımla birlikte, İslam aleminin mezhep farkı olmaksızın neredeyse bütün geleneksel dindar yapılarında Bedevî hariciliğe özgü tutumlar görülmeye başlandı:

Kendisi dışındakileri tekfir, tahkir ve dışlama; adalet, birlikte yaşam ve insan haklarına karşı duyarsızlık. Kalkınmayı dünyalık bir iş olarak görme… İslam’ın on beş asırlık birikimini sadece ihtilaflar bağlamında değerlendirme ve kendi grubu içinde İslam tarihi içinde özgün bir tarih oluşturma… İhtilaflı konular üzerinden kendisine farklı bir konum bulma ve bu konumu meşrulaştırma… Bu, birlik arayan İttihad-ı İslam Medenî hareketine karşı tam bir ayrışma… İleriye bakan Müslüman ulema ve aydınlara karşı tam bir geriye yöneliş yobazlığıdır. Oysa görüntüde tam bir İslâmî ihyadır.

Bugüne kadar üzerinde durulmamışsa da bu oluşum, kültüre yönelten milliyetçi sentezcilikten sonra, İslâmî harekete karşı geliştirilen en etkili iç silahtır. Medeniyet, ileriye bakarken bu, geriye yöneltir. Medeniyet, uzlaştırıp birlikte yaşamı öğretirken bu çatıştırır. Medeniyet ana yapıya bakan bir strateji geliştirirken bu, teferruatta boğar.

SON SİLAH: MEDENİYETE KARŞI “DİN”!

Yirminci yüzyıl boyunca ulus devletler, Batı adına İslam’la mücadele ettiler ancak İslam’ı yenmek bir yana İslam karşısında günden güne değişime yöneldiler. Özellikle Solun dağılmasıyla pek çok isim, İslam’a yönelmeye başladı. İslam’ın medeniyet yönü gençliği cezp edip harekete geçirdi. 

Buna karşı iki tedbir geliştirildi: (1) İslam’ın medeniyet yanını öne çıkaran İslâmî hareketlerin ve Müslüman şahsiyetlerin "İslamcı, Siyasal İslamcı” denerek dışlanması, marjinalleştirilmesi. (2) Buna karşı popülerliğini kaybetmek üzere olan, medeniyete karşı duyarsız “geleneksel dindar” yapıların yeniden öne çıkarılması.

Bu yapılar, Müslümanların sadece İslam’ın medeniyet yanını inşa etme çabalarına duyarsız kalmadılar. Kimi çalışmaları ile İslam medeniyetine hizmet bile ettiler. Ama klasik din bağlamındaki mevzuları, tartışmaları tekrar gündeme getirip birbirleriyle ve İslâmî hareketlerle amansız bir “Bedevî" kavgasına tutuştular.

Yirminci yüzyılda epey öne çıkan Medenî Müslüman görünümü bu farklı mezhep ve meşrepli yapıların elinde oldukça medeniyet ötesi bir manzaraya doğru büründü. İslâmî hareketler, yeni imkânlara ulaşmışken bunların çekişmeleri ve mücadele biçimleri karşısında yıprandı. Onlara yönelik taraf tutmalar, pek çok Müslüman şahsiyeti sürecin dışına attı. Nihayetinde bu yapımcılarca planlanmış ama oyuncularca bilinmeyen film, Yahudi tahakkümündeki Batı’nın İslam alemini köleleştirici bir postmodernizme yöneltme umutlarını canlandırdı.

Bugün Müslümanlar, o umutları Afganistan, Gazze ve Şam üzerinden söndürürken sözde geleneksel hakikatte medeniyet dışı unsurların günlük kavgaları, kitleler ile İslam medeniyeti ve bizzat İslam arasındaki bağın zayıflamasına yol açabilmektedir.

İslam aleminin yükseliş yolunu yeniden bulması için medeniyet meselesini bütün boyutlarıyla yeniden ele alıp bu temel husustaki taşları yerine sağlamca yerleştirmeye ihtiyacı vardır. Bunun için muhalif seslere aldırış etmeden yeni bir medeniyet hareketi başlatmak durumundayız.