Kudüs, Nebiler yurdudur, Mirac tahtıdır; ihya eder ve yüceltir. Şeyh Ahmet Yasin’in organize ettiği mücadele ve bu mücadelenin 7 Ekim’den bu yana girdiği yol, başta İslam dünyası olmak üzere bütün dünyayı dönüştürüyor.

Hakikatimizi görelim: Küresel bir fark ediş, küresel bir uyanış ile yüz yüzeyiz. İnsanoğlu, Gazze mihverli mücadelenin oluşturduğu tesirle, insanlığını bir daha hatırlamakta ve israiloğullarının insanlığa dayattığı ayrılıkçı, sınıfçı dünyayı reddetmektedir.

Filistin mücadelesi, Arap İslam aleminde ise çok daha derin etkiler oluşturmaktadır. Arap İslam alemi, bir daha asla 7 Ekim öncesi Arap İslam alemi olmayacaktır.

Zihinler, 7 Ekim’den bu yana tutumları sorguluyor; kalpler, o tutumlara göre, duygular ediniyor. Ümmetin derin vicdanı uyanıyor. Buna karşı, bölgenin zalimleri, zulmün aktörlerine daha çok sığınırken bölgenin mazlumları da dayanışmanın önemini derinden derine kavrıyor.

Şam’da yaşananlar, şu veya bu şekilde, doğrudan veya dolaylı, 7 Ekim destanının bir neticesidir. Şeyh Ahmed Yasin’in talebeleri, birlik olmanın mümkün olduğunu, birlik olmak için bir olmak gerekmediğini Müslümanlara bir kez daha kavrattılar. Biz, Filistin’in hep cesaret yönü üzerinde odaklanıyoruz. Oysa Filistin’in son süreçte bize asıl verdiği ders, medeniyet dersidir. İnsanlığa ve özellikle Müslümanlara medeniyet dersi verdiler. Cesaret farklı beşerî topluluklarda bulunabilir. Oysa Medeniyet dersi, bütün olarak düşünüldüğünde ancak peygamberlerin varislerinden alınır. Medeniyet; edep üzere birliktir, birlik üzere kurtuluş ve refahtır.

Bölgenin, kurtuluş ve refahı için bir daha birlik ruhuna ihtiyacı var. Bunu herkes hissediyor. Zulümden yana olanlar; zalimlerden ürkenler, bu birliği zulme sığınarak, boynunu zalimin kılıcına uzatarak, bir tür Moğol vicdanı önünde ölümünü bekleyerek oluşturma hevesinde. Bu, tam bir zillet ve tükeniştir. “Mülk Allah’ındır” hükmüne inananlar ise mücadeleyi seçiyor. Seçeneklerin çokluğunun inancında olarak mücadele yolunda yeni merhalelere geçiyor.

Bu yolda safların ayrışması ve yüzyıldır dayatılan anormalliklerin giderilmesi elbette sancılı olacaktır. Lâkin bu sancıların ardından bölgenin bedenindeki kir, bölgenin yüzyıldır istikrarsızlaştırılmasında yer edinen her tür yapının kirleri bedenden atılacak. Nihayetinde burada oluşan pak hâl üzere mukaddes Kudüs-ü Şerif kurtarılacaktır.

Rivayetlere göre, Kudüs fatihi Hz. Ömer radiyallahü anh, Kudüs yolunda Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’in müezzini Hz. Bilal radiyallahü anh’a “Bizim için ezan oku ey Bilal!” buyurmuş, Hz. Bilal ezanı okudukça oturur hâldeki Ashab ağlamış ağlamış ağlamıştı.

Bu, Kudüs’ün fethi öncesi Hz. Resûl-i Ekrem’i hatırlayıp arınma hâliydi ama onunla beraber, kalplerin birliğini ihya merasimi gibiydi. Zira Bilal, siyahi azatlı bir köleydi ve onun sesiyle ağlayanlar, Hicaz, Yemen ve Yemame’nin bir zamanlar iç çatışmaları ile övünen kibirli eşrafıydı. İslam üzere birlik olmuşlar ve o birlik üzere zafere ermişlerdi. Bilal'in sesi işte o birliği bir kez daha hatırlattı ve Ashab, hep birlikte o birlik üzere Kudüs’ü fethetti.  

Bugün için de reçete, arınma ve birliktir.

ŞAM, ARINMA VE KUDÜS

Şam, sadece İslam tarihinin değil, dünya tarihinin en kadim kritik bölgelerinden biridir. İnsanlık tarihi boyunca büyük güçler, Şam’a hâkim olmak istemişler, hâkim olamadıklarında Şam’ı istikrarsızlaştırma yoluna gitmişlerdir.

Şam yüzyıllar boyu, Hıristiyan dünyaya karşı hem kendisini hem İslam dünyasını korumakta büyük mücadeleler verdi. Birinci Dünya Savaşı’nda Yahudilerin Batı uygarlığı içinde güçlenmeleri Şam için yeni bir mücadele kapısı açtı. İkinci Dünya Savaşı, Şam’a nefes aldırdı ama onun Mısır’a doğru uzanan ucunda Filistin’de israilin kurulması, Şam için bugünlere kadar gelen zorlu süreci getirdi.

Bugün Şam’ın yaşadığı bütün zorlukların bu büyük musibetle ilişkisi vardır. Şam, Nûreddin ve Selâhaddin Hazretlerinin tarihî ihyası ile yüzyıllarca kendi normalini buldu ve o normal üzere, sadece Haçlıyı değil, Moğol’u durdurdu. Hatta modern dünyada sömürgecilikten emperyalizme geçişte Napolyon ve ardıllarının hayallerini darmadağın etti. Lâkin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından güç, para ve düşünce (ideoloji) üçlüsünü hizmetine alan Yahudilik, Şam’ın yüceliş yolculuğunu acılara sürükledi.

Siyonist teorisyenlerin Şam’la ilgili projeleri Irak ve Mısır’la beraber, umutların kırılması stratejisi doğrultusunda anormalliklerin dayatılması şeklinde işledi.

Bunun da aracı, Şam’ın azınlıkları ve onlara kanan menfaat çevreleri ile romantik milliyetçiler oldu. Yahudi teorisyenlerin büyük mahareti ise kendi reel-politiğini oluştururken başkalarının romantizmini de yönlendirebilmesidir. Onların Avrupa’yı istila etmelerine yol açan bu maharet Şam’da da işledi. Ama Avrupa’nın aksine İslam aleminin önünde Yahudi zihniyetini sonuna kadar tanıtan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebi vardır. Yahudi, bu mukaddes engeli aşamamakta ve dilediği yol alışı bir türlü bulamamaktadır.  

Yahudiler, ellerindeki güç, para ve düşünce köleleriyle Şam, Bağdat ve Kahire’de seküler ulusçu bir umut oluşturmaya çalıştılar. Onların Marksist ideolojisinin oluşturduğu ulusçu elit, İslam’ın bu kadim coğrafyasının büyük felaketi oldu.

Kahire’de oluşan İslâmî ruh, laik ulusçu diktatörlerin eliyle bastırıldı. Böylece Yahudiliğin önündeki İslâmî bariyer eritildi, zayıflatıldı. Şam halkı, büyük bir özveriyle Yemen’le birlikte Mısır’a tabi olmayı da kabul etti. Ama başta Cemal Abdünnasır gibi bir hain olunca bu birliğin sürmesi imkânsızdı. Nasır’ın hainliğini tamamlayan ise Suriye BAAS’ıydı.

Suriye BAAS’ı sadece seküler elit bağlamında değil, kökenler açısından da bir azınlık yapısı, dolayısıyla Şam’ı anormalleştirme kadrosuydu.

BAAS, Şam’ı Batı’nın tahakkümünden kurtarma vaadiyle, İslam birliğine ve Şam-Mısır birliğine karşı sahte bir kurtuluş umudu oluşturdu ve Şam’ı tamamen Batı’nın güdümünde tuttu.

BAAS’ın ideoloğu Hıristiyan ve Fransız eğitimli Mişel Eflak’tı; kadrosunun anahtar isimleri ise Nusayri azınlıktı. Türkiye’ye de çok şey anlatan, bu azınlıklar buluşması karşısında Şam’daki İslâmî ruhu, bunaltan ve zayıflatan ise Yahudilerin dünyaya yaydıkları ırkçılıktı. Irak’ta da benzer şekilde Şam’da önce Araplar, ardından Kürtler arasında yayılan milliyetçi eğilimler, Şam’daki İslâmî ruhun Yahudilerin planları karşısında dikiş tutmasını engelledi. İşin içine bu habis eğilim girince sadece Arap-Kürt İslâmî birliği zarar görmedi, Dımaşk (Şam) – Halep birliği de zarar gördü. Neticede Şam’ın kadim yapısı alt üst oldu ve azınlık iktidarı altmış bir yaşını buldu.

(Bu iktidarın oluşum süreci için lütfen 2011’de Doğruhaber’de yazdığım ancak Irak bölümü eksik kalan “Mişel’in Evlatları” başlıklı analizime bakınız https://www.abdulkadirturan.com/misel-in-evlatlari-suriye-ve-irak-ta-yasananlarin-arka-planindan-bir-sayfa.html).

ŞAM’DAN BEKLENEN!

Bugün Şam’dan beklenen öncelikle büyük bir arınmadır. Dışarıya karşı her tür Yahudi eğiliminden, ideolojik sentezlerden; içeride ise dünyalık heveslerden, kinden, intikamdan arınmadır. Bu büyük arınmanın bizi götüreceği yer birliktir ve birliğin bizi götüreceği yer elbette zaferdir.

Nûreddin ve Selâhaddin’in zaferini sağlayan Müslümanların birliğini sağlamalarıdır, denir. Bu, altı doldurulmadığında çok eksik ve yanıltıcı bir yargıdır. Onlar, hiçbir zaman dünya Müslümanları arasında birlik kurma hedefine ulaşamadılar. Ama onlar, Hz. Bilal’in sesine kulak veren Ashab misali arındılar ve Müslümanlara birlikte çalışmayı öğrettiler.

Hz. Peygamber gibi emin ve affedici oldular, Hz. Ebû Bekir gibi zahid oldular, Hz. Ömer gibi adil oldular, Hz. Osman gibi cömert oldular, Hz. Ali gibi cesur oldular, Hz. Ebû Ubeyde ve Hz. Halid gibi stratejik bir zekâ ile hareket ettiler. Emin oldukları için insanlar onlara güvendi, affedici oldukları için kini söndürdüler, adil oldukları için etraflarında birlik oluştu, cömert oldukları için sevildiler, cesur oldukları için hayranlık uyandırdılar ve stratejik bir zekayla hareket ettikleri için kalıcı zaferler kazandılar. Neticede Müslümanların kalplerini birleştirdiler, azınlıklara da yaşam güvencesi verdiler. Bu bir yanıyla çok “uç” bir dindarlık, öte yandan epey “ılımlı” bir ıslahat devrimidir. Farklar buluştuğunda ortaya üretim çıkar.

İslam; din ve medeniyet bütünlüğüdür. Dindarlık var da medeniyet yok ise din kemâle ermez, yarım kalır; bedevilik devam eder, Bedevi kavgalar sadece farklı bir renk alır. Dindarlık ve medeniyet aynı ruhta buluştuğunda ise ortaya Medine çıkar ve Medine; farkları buluşturarak Garbı da Şarkı da yener.

Şam’da din ve medeniyet buluşursa onu Mısır takip eder. Irak, bundan etkilenir ve Arap İslam dünyasında Dubai ucunun önderlik anormalliği de son bulur. Taşlar yerine oturur ve hâl normalleşir.   

Bugün Şam’dan ilk beklenti, Şam’ın birlikte çalışma ahlakını bir daha ihya etmesidir. Bu, farkların buluşması için olmazsa olmazdır. Bir yandan sağlam bir arınma öte yandan emniyet, af, adalet, cesaret üzere buluşmak, birlikte çalışmak.

Bu arınma ve buluşma, büyük bir ruh hasıl edecek ve Şam, güzel günlerini bir daha bulacaktır. Bir zamanlar, başka İslam beldeleri ile birlikte Şam, dünyanın cennetlerinden biri kabul edilirdi. O günler hiç de uzak değildir.