Gençliğin sorunlarını çoğunlukla ideoloji ve zevkperestlik bağlamında ele alırız. Haksız da sayılmayız. Lâkin sorunların, ideoloji ve zevk ikilisini aşan yanları da vardır.

Dünya, iktisadi bir değişim yaşıyor. Müslümanlar da bu değişimden etkileniyorlar. Değişim, planlı bir dönüşüme konu olmadığında ise yıkıcı etkiler oluşturuyor. Bunun için değişim, bizi alıp götürmeden dönüşüm gerçekleştirmek zorundayız.

Genç kuşaklar, anne babalarının bilmediği bir varlıkla yüz yüzeler ve varlıkla ilişki konusunda tam bir şaşkınlık içindedirler. Müslüman, varlıkla karşılaşınca ne yapar? Varlık onu nasıl tatmin eder? Müslüman bir genç, bu sorulara kapsamlı bir cevaptan yoksundur. Bugün ise İslam karşıtlarının faaliyetlerinin vardığı yer, bu yoksunluğu bunalıma dönüştürmektedir. Bu bunalımın sürmesi, nice emeğin heba olmasına yol açacaktır.

Varlık ile ticaret, yan yana iki kavramdır. Oysa “İslam” ve “ticaret” kavramları özel çabalarla ayrıştırılmış. “Müslüman tüccar” kavramı zihinlerde bir özlem olarak kalmış ya da mahcup bir ifade oluvermiş.

Müslümanlar, son elli yıldır dünya ticaretinde yeniden vardırlar ama bunun getirdiği değişim konusunda kafalar net değil.  

Analizimizde bu bağlamda Müslümanların varlıkla ilişkisini, dün-bugün-yarın çerçevesinde değerlendireceğiz ve Müslümanlarda zenginlik kültürünün oluşmasına yönelik önerilerde bulunacağız.

TİCARETLE İLİŞKİMİZ NASILDI?

Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’in mesleği, çocuklarımıza hep “çobanlık” olarak öğretildi. Oysa “deneyim” ve “meslek” farklı kavramlardır. Resûl-i Ekrem’in çobanlık deneyimi elbette vardır lâkin onun mesleği çobanlık değil, tüccarlıktır. O, ekonominin insan hayatının merkezine daha çok oturacağı çağların peygamberi olarak “Tüccar Peygamber”dir.

Resûl-i Ekrem Mekke’de ticaretle uğraştı, Medine’ye varınca Mescid’den hemen sonra Bakîyü’z-Zübeyr denen mevkide bir çarşı kurdu. Yahudiler, bu çarşıdan huzursuz oldular hatta Kab b. Eşref, çarşıyı tahrip etmek istedi. Ama Resûl-i Ekrem, Yahudilerin tutumundan mutluluk duydu ve ilgili aktarımlara göre “Yaptığımız bu iş Yahudileri kızdırdı. Demek ki biz doğru bir iş yapmışız. Bundan sonra kendi çarşımızı öyle bir yere taşıyacağız ki onlar bu sefer daha fazla kızacaklar.” buyurdu.

Nitekim Resûl-i Ekrem, ondan sonra Beni Saide Sakife’sinin yanı başında büyük bir arsa satın alıp orayı Medine Pazarı yaptı. Böylece Medine; Mescid ve çarşı bütünlüğünde oluştu.

Medine, İslam hakimiyetindeki ilk şehridir; Hz. Peygamberin örüp önümüze örnek olarak koyduğu şehirdir. Bütün İslam şehirleri ona göre şekil almıştır ve hepsinde çarşı ile mescid iç içedir.

İslam, ticareti teşvik etti, ticaret için uygun ortam kurdu, sözleşme fıkhını kavrattı ve etkili bir ticaret ahlakı inşa edip güçlü bir zenginlik kültürü oluşturdu. Bu kültür içinde tüccar; devletten ve yol güvenliğinden emin oldu; sözleşme fıkhıyla güçlü ortaklıklar kurdu ve müşteriyi din, kavim, memleket farkı olmadan memnun etti.

Sonraki dönemde siyasal nizam bozuldu. Devlet idareleri, zevk u sefaya dalarak Müslümanları mağdur ettiler. Ama Müslüman tüccarlar, İslâmî yaşamı ve İslâmî hizmetleri kendi inisiyatifleri ile sürdürdüler.

Onlar, İslâmî yaşamın minyatürü Medine’yi sadece kalplerinde bulundurmadılar; ticaretlerini yaparken Medine’yi gelecek kuşaklara ve başka mekânlara taşıdılar.  

Öyle ki İslam’ın ilk yüzyıllarındaki eğitim kurumlarını sayarken “camiler, mektepler…” der; peşinden “zengin konakları ve dükkanları” deriz. Onlar, ev ve iş yerlerini Medine yaparak İslam’ın öğrenilmesinde ve yayılmasında tarihî bir yer edindiler. İslam, onlar sayesinde baskılardan uzak mekanlarda öğrenilirken dünyanın pek çok bölgesine de yayıldı. Onların örnek ahlakı, nice yönetici ve toplumun Müslüman olmasını sağladı.

Moğol istilası günlerine geldiğimizde sadece İslam dünyasının değil, gayrimüslim dünyanın ticareti de Müslümanların elindeydi. Hatta Cengiz Han’ın İslam alemine savaş açmasına neden olan tüccarlar da Moğol değil, Müslümandır.

İslam, Çin seddinden Atlas Okyanusu’na eski dünyanın neredeyse tamamında güven içinde ve gümrüksüz ticaret yapma imkânı vermiş; küresel bir ticaret ortamı kurarak bugünkü uluslararası şirketler misali Müslüman tüccarların dünya ticaretine hükmetmesini sağlamıştır.

O dönemde “Bir insan zenginleştiğinde ne yapmalı?” sorusunun cevabı gayet kolay verilirdi. Zira Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman misalleri ve daha nice misaller Müslümanın önünde kılavuz olarak duruyordu. Ehl-i Beyt imamları da bilinenin aksine yoksul değildiler aksine infakları dillere destan olacak kadar varlıklıydılar.

Genç tüccarlar, onların izinden giderek bulundukları her yerde ve vardıkları her yurtta İslam ahlakının güzelliklerini çevreye duyuruyorlar, dilleri ve hâlleri ile tebliğ yapıyorlardı. Ayrıca daima yanlarında alim ve dervişler bulunur, onların oluşturduğu imkânlarla İslam’ı anlatırlardı.

TİCARETTE NEDEN GERİLEDİK?

Öncelikle çileci Doğu kültürü, özellikle Moğol istilası sırasında Müslümanlara galip geldi. Geçmişte “Müslüman tüccarlık” bir onur iken Müslümanın ticaretle uğraşıp zengin olması neredeyse ayıp sayıldı. Bu çileci kültürle birlikte İslam medeniyetinin getirdiği zenginlik kültürü, yerini hastalıklı bir yoksulluk kültürüne bıraktı.

Moğol istilasından sonra Müslümanlara hükmeden güvenlikçi imparatorluklar, sefalete götüren bu hâl ile mücadele etmek yerine, bunu teşvik ettiler, iradesini gasp ettikleri Müslümanların ticaretlerini Rum, Ermeni ve Yahudi gibi azınlıklara bıraktılar.

Osmanlının yükseliş günlerinde “Müslüman kadın tüccar”lardan dahi söz edilirken son yüzyıllarda Müslümanlar ticari yaşamın neredeyse tamamen dışında kaldılar, ticareti de ticaret ahlakını da unuttular.

Bu evrede, ticaret için zorunlu girişimci ruhumuzu ve ticarette büyümenin olmazsa olmazı ortaklık cesaretimizi yitirdik. Artık ne ticaretle uğraşmaya cesaret ediyorduk ne de ticari şirketler kurmaya.

Çağın Müslümanının esaslı zorluğu kültürle uygarlık arasında sıkışmışlığıdır. Modern dönemde Müslümanların bu hâline bir de “bohemlik” eklendi.

Fransızların bunalıp köprü altlarına mahkûm olmuş şairlerinin sermaye karşıtı ideolojileri Müslüman gençliğe özellikle dikte edildi. Gençliğin zihninde “Para bozar!” yargısı yerleştirildi. İslam’ın nezih çağlarından bile bu iddiayı destekleyecek yersiz anlatımlar eklendi. Bu derin projelerle Müslüman gençlik, kazanmak için çalışmaktan nefret ettirildi, para kazandığında kendisini âdeta bozulmaya mahkûm bildi, para kazanan kardeşi ile ilgili zihninde “Eninde sonunda bozulacak!” ön yargısı oluştu.  

Bu, Müslümanlar adına ilk anda fark edilmeyen büyük bir faciadır. Zira bu eğilimin götüreceği yer, bunalım ve gayri İslâmî bir yaşamdır.

NE YAPILABİLİR?

Girişimcilik ve ortaklık ruhu yeniden canlandırılmalıdır. Bunun için yeniden bir zenginlik kültürüne ihtiyacımız vardır.

Kültürün bir yanı süreklilik, diğer yanı kurumsallaşmadır. Bir kültürden söz ederken onun devamından ve kurumsal bir yapıya bürünmesinden söz ediyoruz.

Bu mahiyette zenginlik kültürünün üç yanından söz edilebilir: Zenginliğin süreklileşmesi, tabiileşmesi (normalleşmesi) ve güzelleşmesi (estetik bir boyuta ulaşması).

Müslüman için zenginlik; geleceğe kalacak olan, Müslümanın yaşamında yer edinen ve Müslüman üzerinde güzellik kazanan bir hâl olacak.

Zenginlik kültürü yeniden oluştuğunda “zengin Müslüman” kavramı; zihinlerde normal bir hâl olarak karşılık bulmakla kalmayacak, aynı zamanda günlük yaşamda da akla, özenilen, imrenilen bir insanı getirecek.  Böyle bir kültürle birlikte sürekliliğin iki boyutu varlık ve İslam ahlakının yeni nesillere aktarılmasının önündeki engeller; bir bir bertaraf olacak, varlıklı bir Müslümanın hâli adeta kendiliğinden evlatlarına geçecek.

Bu aşamaya geçmenin yolu, belki “zenginlik kültürü mektepleri” açmaktır. Önceki çağların zengin Müslümanı bunaldığında ona nefis terbiyesi tavsiye edilirdi. Ortamın genellikle İslâmî olduğu o günlerde nefsini az çok kontrol altına alan Müslüman rahatlar ve bunalımından kurtulurdu. Bugün bambaşka koşullar içindeyiz.

Müslüman zenginin zihin dünyasında varlıkla ilgili sorunlar var. İnsan, belli bir mal varlığına ulaşınca ister istemez “Mala ne yapacağım ki?” diye sorar. Buna ticaretin zorluk ve riskleri de eklenince ticaretle uğraşmak, netlik ve cesaret ister. Oysa yegâne sığındığımız nokta, nefis terbiyesi ile ilgili söylemlerimiz, Müslüman tüccara bu netlik ve cesareti vermediği gibi onun kafasını karıştırmakta ve cesaretini kırmaktadır.

Müslüman tüccarın varlıkla ilişkisinde anlam sorununu hafifleten en mühim etken infaktır ve infakla ilgili söylemlerimiz, hâlâ farzlar noktasındadır. Hâlbuki İslâmî emirlerin hikmetleri farzla bitmez, farzla başlar.

Bir insana bir iş kazandırmak… Toplum için daha iyi pazar koşulları oluşturmak… Ortaklığa çekerek daha çok kişiyi ticari ortamın içine taşımak, onları yoksulluktan kurtarmak… Memleketin kalkınmasını sağlamak… Bir şehre, ülkeye faydalı işletmeler kazandırmak… Oralarda birer Medine oluşturmak… Böylece ihtiyacın karşılanmasını güzellikle buluşturmak… Bu kalemlerin her biri birer infak türüdür.

Küçük bir tekstil işletmesi düşünün! Orada çalışan on genç kızın akşamleyin evlerine müspet bir ortamın etkisiyle dönmeleri bile bir Müslüman iş insanı için başlı başına bir mutluluk sebebi değil midir?

Bununla birlikte ilmi ve ilim talebelerini desteklemek… Dünya ile ilgili bir iş yapıyorken alim yetiştiren bir müesseseyi sahiplenerek işletmek…

Gençlerimize bunları öğretmek için Müslümanca tüccarlık kültürü yönünde onları çok yönlü kurslara tabi tutmalıyız. Onları bu yönde yetiştirip onların varlıkla ilişkisini sağlam bir zemine kavuşturduğumuzda onlarla ilgili pek çok şikâyetin izale olduğunu ve çocukların İslam’ı bizden daha iyi yaşamaya yöneldiklerini görürüz. Hz. Peygamberin “İki günü bir olan ziyandadır” hadis-i şerifleriyle bizi yönelttikleri daima ileri hedefine doğru da hızla yol alırız.

Bu zenginlik kültürü bizi hem yanlıştan koruyacak hem ilerlememizi sağlayacaktır. Max Weber, Batı kalkınmasını püriten Protestanlara bağlar. Onlar, çok üretip az tükettiler, böylece artık mal oluştu ve Batı kalkındı, iddiasını ortaya atmıştır. Haksız değildir.

 Müslüman dünyanın kalkınması da böyle mümkün olacaktır: İslam aleminde mala mahkûm bir insan değil, mala hâkim bir insan, malın kendisini yönlendirdiği bir insan değil, mal edinip onu yöneten bir insan yetişecek ve İslam dünyası pek çok sorununu aşacaktır.