Türkiye, önceki yüzyılda Batı’nın Avrupa kanadıyla uzlaştı. O uzlaşı doğrultusunda milliyetçi paradigmayı kabul etti ve milliyetçilikten kaynaklı sorunları göze alan bir rotada kaldı.  

Batı’nın Avrupa kanadı çöktü ve Amerika kanadı tamamen Yahudileşti. Yahudiler ise siyonisttirler ve Filistin’deki istilayı genişletmek istiyorlar.

Türkiye, siyonizme karşı arayışında Refah-Yol hükümeti döneminde Arap İslam dünyasındaki bağımlı rejimler karşısında eli bağlı kalma tecrübesine sahip.

Türkiye; Refah-Yol hükümetinden sonra, 28 Şubat Dönemi’nde tamamen ABD-israil kampına sığındı. Ama bu kamp, onu CIA’nın siyonist şefi Graham Fuller’in merhametine (!) terk etti.

Türkiye, bunun ardından AK Parti Dönemi’nde Müslüman dünyaya yönelik kamu diplomasisine yöneldi, hükümetlerden bulamadığını Müslüman camia ve toplumlarda aradı.

Müslüman toplum ve camialar, Türkiye’yi ekonomik krizlerden korudukları gibi, onun etki alanını da Cumhuriyet Dönemi’nde hiç görülmediği kadar genişlettiler.

Öte yandan AK Parti, Türkiye içinde Kürtlere yönelik epey çekimser de olsa bir açılım projesi başlattı, kardeşlik hareketi girişiminde bulundu.

ABD ve israil, milliyetçiliği bertaraf ederek kurulu düzenden kopan bu yönelişten ürktü; bunun önüne geçmek için süreci 15 Temmuz darbe girişimine kadar götürdü.

Türkiye, darbe girişiminden sonra ABD ve israile karşı zaman kazanmaya çalışırken Rusya ve Çin ekseninde kendisine yer aradı.

Bu arayışta Türkiye’nin avantajı; ABD’den uzaklaşmış bazı ulusalcı ordu mensupları ve çevrelerinin Rusya-Çin eksenini gönülden istemeleri ve Devlet Bahçeli liderliğindeki milliyetçi kesimin bu eksene yönelişten yana durmasıdır.

Türkiye’nin dezavantajı ise ABD’nin Türkiye içinde, pek çok milliyetçi grupla dahil derin bağlar kurması ve Moskova’ya yönelişin tarihsel hatıralarla da ilişkili olarak halkta da güven oluşturmamasıdır.

Buna rağmen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya-Çin eksenine önem vermektedir. Nitekim geçen hafta Rusya’nın Kazan şehrinde yapılan BRICS toplantısındaydı.  

Devlet Bahçeli de bu ortamda içeride birliği dillendirdi ve Öcalan’la ilgili bir çağrı yaptı.

PKK de bu çağrı tartışılırken ve Erdoğan, Kazan’da iken Kahraman Kazan’daki savunma sanayi kuruluşu TUSAŞ’ın tesislerine saldırdı.

PKK’nin taşeronluğu gibi, başındaki mevcut yapının ise şiddetin devamından yana olduğu da bilinmektedir. PKK, bu eylemle hem ABD-israil taşeronluğu yaptı hem de çözüme yönelik muhtemel adımları sabote etti.

Herkes, şimdi ne olacak, diye soruyor.

Türkiye, önceki yüzyılın denkleminde Batı’yla uzlaşı doğrultusunda benimsediği milliyetçilik, uzlaşı sağlamıyor. Aksine milliyetçilik yüz bulduğunda ABD-israilin Türkiye’ye yönelik operasyon kabiliyetini artırıyor.

Türkiye hem Refah-Yol hem AK Parti döneminde İslâmî görüşü öne çıkararak Batı’nın tepkisine rağmen içeride birliğe, dışarıya karşı ise direnişe yöneldi. Hâlbuki milliyetçiliğin iktidar üzerinde etkili olmasından bu yana AK Parti’nin içeride başlattığı süreç, muhtemelen Bahçeli’nin partisini koruması kaygısı ve klasik milliyetçiliği aşamamasından dolayı duraksadı. Bahçeli, klasik milliyetçiliği veya milliyetçileri aşamadığı için Öcalan’lı bir çözümde kaldı. Geçmişte asalım, dedi; bugün örgütünün başına geçsin, diyor.

Bahçeli karşıtı milliyetçiler ise milliyetçi söylemi sonuna kadar suiistimal ederken açıkça ABD ve israil yanlısı bir tutum içinde 25 yıldır verilen emeği alt üst edecek bir şovenizme yönelmişler, neredeyse Bahçeli’yi de vatan haini ilan edecekler. Bahçeli, AK Parti’nin açılımlarının önüne geçerken bu milliyetçi yapılarla baş etmekte güçlük çekiyor.

Türkiye, tarihî bir arayış içinde ve milliyetçi söylem, Türkiye’nin önünü açmadığı gibi, önündeki bariyerleri de artırıyor.

Türkiye, şovenizmi kontrol altına alıp Batı’nın işini kolaylaştıran milliyetçi söylemle arasına mesafe koymadığı sürece içeride sorunlarını çözemez; dışarıya yönelik cesur bir açılım yapamaz.