İslam alemi, Hicri 13/Miladi 19. yüzyılın başlarından bu yana Rus istilasını da kapsayan Batı istilasına karşı mücadele vermektedir. Üç asra yayılan bu mücadele, bilindiği kadarıyla tarihin en uzun özgürlük mücadelesidir.
İstila cesaretini ilk günden Batı’nın yüreğine yaklaştıran; Müslümanların parçalı olmasıydı. Müslümanlar açısından ilk günden mücadeleyi güçleştiren ise Batı’nın ittifak içinde yol almasıdır.

Savaşlar, birlikler arasında yaşanır. Batı, kendi birliğini büyük ölçüde sağlamışken Osmanlı, kendi birliğini Müslüman birliği hâline getirememenin acısını yaşayarak tarihe karıştı.

Bu mücadelede İslam aleminin önce uç noktaları istila edildi. Doğu’da Hindistan ve Orta ve Güney Asya, Batı’da Cezayir ve diğer Afrika ülkeleri, merkezin kuzeyinde Kırım, Romanya ve nihayetinde Balkanlar, ardı sıra istilaya uğradı.

Batı, bu istilalar sırasında, Müslüman çoğunluğun bulunduğu coğrafyaları tam olarak istila etmenin mümkün olmadığını öğrendi. Kadim İslam topraklarında Haçlı istilası türü bir istilanın gerçekleşemeyeceğini gördü. Bunun için yoğun bir “karşı devşirme” faaliyetine girişti. 

 “Devşirme”, Osmanlının asker ihtiyacını karşılamak için Hıristiyan çocuklarını Müslümanlaştırıp hizmetine almasıydı. Bugüne kadar dillendirilmemiş olan “karşı devşirme” ise Batı’nın İslam alemini yönetmek için Müslüman çocuklarını dönüştürüp hizmetine almasıdır.

Endülüs’ün İslam ordularınca ele geçirilmesi nasıl ki fetih ise ve buna karşı Hıristiyanların Endülüs’ü yeniden ele geçirmeleri “karşı fetih” olarak adlandırılmışsa Batı’nın emperyalist faaliyetlerde Müslüman çocukları Batılılaştırıp hizmetine alması da “karşı devşirme” olarak kabul edilmelidir.

İslam dünyasına yönelik pek çok karşı devşirme çalışması yapıldı. Bu faaliyetlerin en despotik üretimleri hiç kuşkusuz ulusalcı sosyalist liderlerdir. İslam dünyası, Batı istilasını siyonist istiladan önce en çok bu devşirmeler üzerinden hissetti.

Ulusalcı sosyalist diktatörler, Müslüman nesilleri yok etmek için Batı’nın her buyruğuna “Evet!” dedi, israilin kuruluşuna katkı sağlamakla yetinmedi, aynı zamanda israilden para karşılığı işkence teknikleri dahi satın aldı. Böylece Müslüman parasını, Müslümanlara işkence etmek için kullanacak kadar alçaklaştı.

SON DEVŞİRMELER!

Sosyalizm çöktü ve ulusalcı sosyalist liderler, halkların tepkisi karşısında yıkılmaya yüz tuttu. Öte yandan Müslüman camialar, itibarlı ve maharetli liderler yetiştirdi. Böylece İslam aleminde İslâmî bir dönüşüm, an meselesi hâline geldi. Bu ilerleme, Batı istilasının son bulması ve siyonist istilanın canının alınması için gün sayılması anlamına geliyordu.

Batı, bu ilerlemeye karşı dehşete düştü ve “küresel ittifak” denen kapsamlı bir ittifaka yöneldi; Ortodoks Rusya, dinsiz Çin ve pagan Hind’in de desteğini alarak İslam’a karşı korkunç bir saldırganlık başlattı.

Batı, aynı anda İslam aleminde Müslüman gençliği kendisine karşı mücadeleden uzaklaştıracak projeler geliştirdi. Türkiye’de ırkçılık teşvik edilirken İslam aleminin diğer noktalarında daha çok, modern mezhepçilik üzerinden Müslüman gençliğin enerjisi birbirine yöneltildi.

İslam alemi, Batılılaşma ile laikler ve karşıtları daha doğrusu Batı işbirlikçileri ve Batı ile iş birliğini reddedenler olmak üzere iki büyük kampa ayrılmıştı. Irkçı ve modern mezhepçi projeler, o büyük bölünmeye ek bir bölünmeyi ifade ediyordu.

Bu bağlamda;

(1) Zengin Körfez ülkeleri Araplarına, içinde bulundukları müreffeh hayatın Batı ile iş birliğinin neticesi olduğu anlatıldı.  

(2) Türkiye ve İran’dan Arap Yarımadası’na yönelik ulusalcı uç sesler, Araplara özenle ulaştırıldı.

(3) Araplara, Türkiye ve İran’ın Arap Yarımadası’nı ele geçirmek istediği ve bu isteğin gerçekleşmesi durumunda onların son yüzyılda kavuştukları müreffeh yaşamı kaybedecekleri ifade edildi.

(4) “Ortadoğu sorununun çözümü” başlığı altında Filistin meselesini odağa alan bir oyalama çalışması ile siyonist istilanın Filistin’le sınırlı olduğu ve Filistin’de dahi çözüme kavuşturulmasının ihtimal dışı olmadığı propagandası yapıldı.

Bu, birbirini tamamlayan dört yönlü anlatım, Arap İslam aleminde ama özellikle müreffeh Körfez ülkelerinde refahı kaybetme korkusu esası üzerinden ama mezhep ve milliyet yanları daha görünür faşist bir milliyetçilik türü gelişti.

Bu, Arap İslam alemini, İslam aleminden soyutlayan, komşu İran’ı mezhep üzerinden büyük düşman, Türkiye’yi de ırk üzerinden düşman olarak tanımlayan bağımlı bir neo-Arap milliyetçiliğidir.

Bu, Yahudilerin ebedi iktidarları için geliştirdikleri, başta Avrupa ve Amerika olmak üzere ama Hint kıtasındaki örnekleriyle küresel yönü de bulunan İslam karşıtı milliyetçilik ana dalgasının bir koludur.

Türkiye’deki Türk ırkçısı ya da Kürt milliyetçisi görünümündeki çevrelerin İslam karşıtı olmasıyla Arap İslam alemindeki bu refah toplumları milliyetçiliğinin Müslüman karşıtı olması arasında işlev bakımından bir farkı yoktur. Sadece Türkiye örneğinde doğrudan İslam hedef alınırken daha dindar Körfez ülkelerinde, HAMAS ve İhvan mensupları gibi başka Müslümanlar hedef alınmaktadır.  

İngiltere’de İngiliz milliyetçisi görünümlü birinin Müslüman düşmanlığı, Türkiye’de Türk ırkçısı görünümündeki birinin İslam karşıtlığı, Hindistan’da Hint milliyetçisi görünümündeki birinin Müslümanlara hayat hakkı dahi tanımayacak bir zihniyet içinde yetiştirilmesi… Bunlar ne ise müreffeh Körfez ülkelerinde Arap milliyetçisi görünümündeki birinin, Müslümanlara karşı mücadele kampında yer alması da odur. Bu milliyetçiliklerin esaslı ortak özelliği ise tamamının Yahudi/siyonist dostu olmasıdır.

Herhangi bir Avrupa ülkesindeki sözde bir milliyetçinin, Türkiye’de Türk ırkçısı görünümündeki ya da Kürt milliyetçisi iddiasındaki birinin, Hindistan’daki aşırı milliyetçi denen kesimlerin Bahreyn’deki biriyle aynı dozda Yahudi/siyonist yanlısı olması, tesadüf olabilir mi? Dinler ayrı, milliyetler ayrı ama eğilim, bağlar ve işlev aynı…

Hayır, burada küresel bir organizasyonla karşı karşıyayız: Önceki yüzyıllarda Batı’da Yahudilere ve komşu halklara; dünyanın diğer kıtalarında ise Batı’ya karşı direnişle özdeşleşen milliyetçilik; Yahudi dostluğuna ve Müslüman karşıtlığına yönlendirilmiştir.

Körfez ülkelerinde bu küresel organizasyon içinde Vehhâbiliğin oluşturduğu ayrışma da kullanıldı ve bu Yahudi dostu, Müslüman karşıtı milliyetçilik için son tür devşirme önderler yetiştirildi. Bu önderlerin öne çıkanları, BAE Veliahdı Muhammed b. Zayed ve Suudi Veliahdı Muhammed b. Selman’dır.

Aynı zihniyet ve aynı yaşam tarzına sahip bu iki devşirme, bizim bunların ilk öne çıktıkları dönemde yayımladığımız SDAM analizlerinde anlatıldığı üzere birer fert değildirler. İslam alemine yönelik yeni bir üretimin, yeni bir devşirme türünün habercisi ve öncüsüdürler.  

Bu iki devşirme, (1) kraliyet/emirlik hanedanlarına mensup olmakla meşruiyetlerini gelenek ve ona dayandırılmış kurulu düzenden alıyorlar. (2) Teknoloji, sosyal medya, eğlence ve sporla ilişkileri ile Körfez ülkelerinin genç neslinin başını döndürecek bir profile sahipler. (3) Arap Yarımadası’nın Vehhâbi kesiminden gelmekle İslam alemine karşı ön yargılara sahiptiler. (4) Gençtirler ve geleceğin dünyasında yer almak için her tür mukaddesatı ayakları altına alacak kadar inanca uzaklar. Ama aynı zamanda Vehhâbi din adamlarının bir kısmı tarafından geleneksel olarak “emîr” kabul edilecek bir avantaja sahipler.

ABD (Yahudi uygarlığı), bu yanlarını bütünleştirerek onları Arap gençliğinin karşısına son nesil liderler olarak çıkardı.

Bin Zayed ve Bin Selman, medya ve sosyal medya üzerinden, zengin Körfez halklarına, İran’ın Şiî yapılar, Türkiye’nin İhvan-ı Müslimin’le kurduğu ilişkiyi her iki ülkenin Arap Yarımadası’nı istila emeli olarak anlattı. israil, Arabistan’ın bir kısım toprağını işgal etmişken bu iki ülkenin tüm Arap dünyasını istila amacında olduğunu dillendirdi. Birinin kafir ve diğerinin münafık olduğunu ima etti veya açıkça söyleyip ABD-israil yapısıyla iş birliğinin bunlarla iş birliğinden evla olduğunu öne sürdü. Türkiye ve İran’la iş birliğini Araplığa ve vatana ihanet; ABD ve israil ile iş birliğinin ise Arapçılık, mezhepsel sadakat ve vatanseverlik olduğunu iddia etti.  

Dolayısıyla Körfez ülkelerinde bunların etrafında refah düşkünü yapılar gibi, milliyetçi ve mezhepçi yapılar da toplandı. Nihayetinde bunların oluşturduğu yapı, ellerindeki devlet gücünün de yardımıyla istikrarlı bir iktidar oluşturdu. Bu iktidar parasal imkânlarını kullanarak Sudan, Tunus, Mısır gibi ülkelerde de geniş bir etki alanına ulaştı ve siyonizmle haşir neşir bir hâlle epey yol aldı. Kimi zaman “Arap siyonizmi” denen bu yapı, siyonizmle açık ve gönüllü iş birliği yapan ilk Arap yapısıdır ve hakikatte bu yapının Moğolların hizmetine giren Mesud gibi, köle Orta Asya valilerinden hiçbir farkı yoktur.

İSLÂMİ CAMİALAR VE DİRENİŞ

Yahya Sinvar ve İslâmî hareketin yetiştirdiği diğer önderler; sadece siyonizmle değil, işte böyle devşirme bir yapıyla karşı karşıyadırlar. Onlar siyonizmle mücadele edip Arap vatanının bir bölümünü kurtarmaya çalışırken İran ve Türkiye ile kurdukları ilişkilerden dolayı, devşirme yapılar tarafından Araplığa ihanetle suçlanıyorlar.

ABD ve siyonizm, Sinvar ve benzerleri için hazırladığı bu zor denkleme rağmen, devşirmelerin onlar karşısında bir başına tutunmayacağından emindir. Bunun için devşirmelerin alanını genişletirken Sinvar ve benzerlerini şehid etmektedir.

Özgürlük önderleri bu denklemde bir kez daha hain; hainler ise bir kez daha özgürlük önderleri gibi tanıtılmakta ve özgürlük önderleri katledilmektedir.

Bir yandan düşmanla iş birliği karşısında müreffeh bir ülke vaat edenler, öte yandan halklarını karşılaşılabilecek her tür acılara rağmen düşmana karşı mücadeleye davet eden önderler…

Normale bakılırsa ABD ve siyonizmin bu denklem içinde çok daha başarılı olması gerekir. Çünkü onlar birlik içinde iken Müslümanlar bir yana, Müslüman Araplar da kendi aralarında paramparça olmuşlardır. Bunun karşısında tarihî tecrübe, birlik olanların birlik olmayı başaramayanları yenmesi şeklindedir.

Bu hesabı bozan ise İslâmî camiaların üç asra yayılan, Batı ile mücadelede ulaştıkları düzeydir. İslâmî camialar, süreç içinde şahıslara endeksli bir hareket yapısından cemaatsel hareket yapısına geçtiler. Böylece önderlerin şehadeti, sarsıcı olsa da yıkıcı olmaktan uzaklaştı. Bu, düşmanı daima güç durumda bırakacak bir olgunluktur. Öte yandan İslâmî camialar, Filistin İslâmî hareketi örnekliğinde marjinal yapılar olmaya mahkûm olmayıp halklarının camiası olma ayarını tutturabildiler. Böylece düşman, devşirmeyi kitlelere yayarken İslâmî hareket de halkı cemaatleştirdi; halk-cemaat birliğini sağlayıp düşmana karşı güçlü bir bariyer oluşturdu.

ABD ve siyonizm, dilediği kadar özgürlük ile istilayı özdeşleştirsin, insanın yapısında müreffeh bir yaşam isteğini dahi alt edecek kadar güçlü bir gerçek özgürlük sevdası vardır. İslâmî camialar, bu sevdayı İslâmî mücadeleye doğru yönlendirmeyi başardılar. Böylece İslâmî mücadele ile hürriyet ve istiklal mücadelesi bütünleşti ve bu bütünleşme, Bin Zayed ve Bin Selman gibilerinin bu mücadeleye karşı olmakla hain olduğunu ifşa etti. Lider hainse onun hiçbir vaadi makbul değildir, ona itibar sağlamaz.

Müslüman halk, Kur’an-ı Kerim’in rehberliği, Sünnet’in pratiği ve Müslümanların tarihî tecrübesine dayanarak düşmanın bir bölgeyi istila ile sınırlı kalmayacağından emindir. Dolayısıyla Bin Zayed ve Bin Selman’ı kendilerini aldatmaya çalışan hain veya ahmaklar olarak görmekte. Düşmanla savaşın neye mal olursa olsun elzem olduğuna inanmaktadır.

Bunun için Müslüman Arap halkı, fırsat bulduğu yerde, Bin Zayed ve Bin Selman’ların değil, Sinvarların resmini taşımaktadır.

Bu hâl içinde Müslüman Arap halkının işini zorlaştıran Arap Yarımadasına yönelik absürt söylemlerdir. Bugün olması gereken; Yarımada’da siyonizmin istilasına ve istila tehdidine karşı yerel istilalara niyetlenmek değil, Müslüman Arap halkının hürriyet ve istiklalden yana camialarını desteklemek, devşirme Bin Zayed ve Bin Selman’ların söylemleriyle ilgili onların kafasını karıştıracak niyet, söylem ve eylemlerden kaçınmaktır.

Bu, yapıldığı takdirde Sinvar’lar şehid olsa da davaları kazanacak ve bölge siyonizm belası ve onların devşirmelerinden kurtulacaktır ki bu, bölgede ruhu devşirilmeyen herkesin umududur.